Agota Kristof – Büyük Defter

Büyük Defter’i tavan arasında saklıyorlar, merdiveni testereyle kestikleri için kimse çıkamıyor oraya, hazineleri için daha iyi sote yok. İki kardeş Büyük Şehir işgal edileceği zaman ninelerinin yanına geliyorlar, anneleri bir süre sonra çocukları alacağını söylüyor. Babaları altı aydır cephede, adamın çoktan öldüğünü söyleyen nine tam Loveless‘taki nine modeli, kızına küfür kafir giydiren, sevgiyi pek bilmeyen, yaşamın ezdiği yaşlı bir kadın. Beş dakika içinde anneyi ağlatıp yolluyor, çocuklara dünyayı dar edecek. Edebilirdi, çocuklar -artık depersonalizasyondan mı, yastan mı yoksa duygulara baştan sahip olmamaktan mı bilinmez- tamamen kapanık olmasalardı. Dışarıdan içeriye hiçbir etki yok, anlatının bir yerinde buz kadar soğuk oldukları söyleniyor, hayatta kalmak için ruhlarını dondurmayı öğreniyorlar. Açlık alıştırmaları, saatlerce hareketsiz durma pratikleri, kör ve sağır taklidinde ustalaşma, savaşın bütün dehşetiyle çöktüğü mekanda işlerine ne yaracaksa. Ninenin ele geçirdiği her şeyi satma huyu var, annenin çocuklara yolladığı mektupları yakıp hediyeleri pazarda okutmasını geç fark ediyor oğlanlar, fark ettikten sonra da hiçbir şeyi bırakmıyorlar kadına. Evin düzenini çözdükten sonra gücü doğal yollardan ellerine geçiriyorlar, nine pek karışmıyor artık, bildiklerini okumaya başlıyorlar. Bir şartla, kadının verdiği işleri eksiksiz yapacaklar. Odun kesmek, temizlik, bunların yanında mantar toplamak ve balık tutmak bütün zamanlarını alıyor başlarda, dünyaları genişleyene kadar. Ninenin bağında yetişenler pazara, hayvanlar pazara, açlıktan kurtulmak için orman ve su iyi ama üstleri başları korkunç. Getirdikleri onca kıyafeti de okutmuş Cadı, pislik içinde yaşatıyor çocukları. Kendi de hiç yıkanmıyor, donsuz geziyor, çişi gelince bacaklarını açıp şar diye salıyor. Evin dışında tabii, yaşadığı yere pislemiyor. Bizimkiler her kilide uyan bir anahtar yaptıktan sonra kadının nesi varsa kurcalıyorlar, hazineden ve diğer eşyalardan öyle haberleri oluyor. Nesi var ninenin başka, gece raftan aldığı şişeyi kafasına dikiyor, anlaşılmaz bir dilde konuşmaya başlıyor, evin dışındaki odada yaşayan Subay’la işgalci -ya da dost, değişir- askerlerin konuştukları dile hiç benzemiyor bu. Sinirlenip bağırıyor, ağlamaya başlıyor, gece boyu hıçkırıyor. Hikâyesini komşulardan öğrenecek çocuklar, söylentilere göre kocasını zehirlemiş kadın, paçayı kurtarmış, bu yüzden seveni yok. “Cadı” işte, onun torunları olduklarını duyanlar çocuklara acıyor. Ayakkabıcı misal, çocuklar üç kuruş para kazanınca -barlarda tiyatro oynuyorlar, biri enstrüman çalarken diğeri paraları topluyor, yollarını buluyorlar- gidip iki bot almaya kalktıklarında ayakkabıcı o paraya iki bot veremeyeceğini söylüyor, kim olduklarını öğrenince botların yanında başka ayakkabıları da bedavaya veriyor çünkü kısa süre sonra öldürüleceğini öğrenmiş. Almanlar, Ruslar, hiçbirinin lafı geçmese de biliyoruz, Almanlar kimi öldüreceklerini iyi biliyorlar, adam son günlerini yaşadığı için iyilik yapıyor. Teşekkür etmeyi, borçlu kalmayı sevmeyen oğlanlar karşılığını vermek isteseler de mevzuyu duyunca adamın öldürülmemesini diliyorlar, diyecek başka bir şey yok.

Subay’la Postacı, Ruslar gelene kadar çocukların koruyucusu. Subay’ın sağ kolu Postacı kısa boylu, kilolu bir adam, annesi Macar olduğu için Kızılderili Macarcasıyla(?) konuşuyor. Şeker, alımlı çocuklar bizimkiler, herkes iyi niyetle yaklaşıyor, Postacı en başta nineleri arıza çıkarırsa kadını dan dan vurup gömeceğini söylüyor, gülüyor. Dünya müthiş kaotik, medeni medeni konuşan insanlar her an bıçaklarını çekip boğaz kesebilirler, bu yüzden diken üstünde yaşayan karakterler arıza çıkarmamaya çalışıyorlar. Başları derde giriyor yine de, balık tuttukları derenin kenarındaki ölü askeri buldukları zaman silahlarla el bombalarını alıp gizliyorlar, bir süre sonra Polis çıkıp geliyor ve çocukları götürüp öldüresiye dövüyor. Subay askerleriyle yetişmese ölüleri çıkacak karakoldan, neyse ki yırtıyorlar. Subay’a da geleceğiz ama önce Postacı, bu adam istihkakını taşımaları için çocukları çağırdığı zaman aklında yiyeceklerin bir kısmını paylaşmak vardı belki, çocuklar aç gezen komşularından bahsederek adamı suçladıkları zaman Postacı tepki gösteriyor, savaşı kendisinin çıkarmadığını, askerlikten kaçsa vatan hainliğinden kurşuna dizileceğini söyleyerek kızıyor. Orta yolu buluyorlar nihayet, çocuklar herkesle anlaşmanın usulünü biliyorlar. Bunların yanında geçmişe dönüşler var aralarda, üç yıl öncesine mesela, babaları onların çok zeki olmalarından ötürü tedirgin, ne düşündüklerini bilmek mümkün değil çünkü, yaşlarından çok ilerideler ve çok şey biliyorlar. Ninenin yanındayken de okunacak ne varsa okuyorlar ve insanları on numara gözlemliyorlar, sosyal zekâları pırıl pırıl. İkiz olduklarını da öğreniyoruz bu bölümde, isimlerini öğrenmek için ikinci kitabı bekleyeceğiz. Aynı sınıfta okumak istiyorlar, babaları ayırıyor ama türlü numarayla bir araya geliyorlar tekrar. Okullar açıkken hayatları iyiydi, savaş çıkınca öğretmenleri teker teker cepheye gitmiş, yerlerini alan kadınlar işi götürürken bombardımanlar başlayınca okullar tatil. Sonrası nine zaten. Neyse, Tavşandudak gelsin. Komşu kızı, arada yiyecek çalmaya geliyor, o sıra tanışıyorlar. Kabalığı doğal, annesine de bakmak zorunda olduğu için hayatı çok zor. Çocuklar bu kızı kollamaya başlıyorlar, civarın delifişekleri kıza sataştıkları zaman ikisi birden girişerek hacamat ediyorlar kabadayıyı, sonrasında Papaz’a giderek şantaj yapıyorlar ve kıza vermek üzere para tırtıklıyorlar. Tavşandudak’ın orasını burasını ellermiş Papaz, doğru olmasa bile dedikodu yayılmasın diye veriyor bağışlardan bir kısmını. Çocuklar mevzubahis ne olursa olsun çok kibar, saygıyla konuşuyorlar, duygularını anlamak mümkün olmadığı için insanları korkutuyorlar haliyle. Başarıdır, hayatta kalma yeteneği. Kızın ölümünde yapabilecekleri hiçbir şey yok, kasabaya doluşan Rusların yağmaladıkları dükkânları dikizliyorlar, kadınların haykırışlarından tecavüze uğradıkları anlaşılıyor. Eve döndüklerinde Tavşandudak’ı uzun süredir görmediklerini fark ederek evine gidiyorlar, bakıyorlar ki kız uzanmış, bacaklarının arası kan ve meniyle dolu, yüzünde gülümseme. Anne açıklıyor, kurtuluşu getiren askerleri kendi isteğiyle getirmiş oraya Tavşandudak, ölene kadar ilişkiye girmiş. En uç nokta bu mu diye düşünüyorum, sanırım bu.

Subay eşcinsel sanıyorum, odasına getirdiği diğer subaylarla sevgi-nefret ilişkisi kurmaya bayılıyor. Bizimkileri çok beğendiği için alıkoyuyor bazen, ilk kezinde Postacı mevzuyu anladığı için çocuklara iş kilitleyip hemen gitmelerini istese de saf yavrucaklar hiçbir şey anlamadıkları için kalıyorlar. Aslında bildiğimiz istekler: Subay üzerine işetiyor, kırbaçla şaklattırıyor kendini, çocukların arasında uyuyarak huzur bulmaya çalışıyor. Tournier’nin Kızılağaçlar Kralı nam muazzam romanındaki has karakterin eşiği aşmış versiyonu. Ruslar geldikleri zaman Postacı’yla birlikte geri çekiliyorlar, vedalaşmak zor bizimkilerle, muhtemelen birbirlerini bir daha hiç görmeyecekler ama o dönemin normali bu, insanlar gelip geçerken ilişkiler kuruyorlar, sonra ortadan kayboluveriyorlar. Nine memnun, o anlaşılmaz dili konuşacağı insanlar geliyorlar nihayet, yeni askerlerle sohbet bile ediyor. Annenin trajik sonu üzüntü vermeli miydi, o boşlukta ne kadar duygu kaldıysa o kadar. Civar bombalanırken yeni askerlerden birinin aracıyla geliyor, ikizleri alıp gitmek istiyor ama gitmeye niyetleri yok bizimkilerin, hele bebeği gördükten sonra. Annelerinin göğsünde küçücük bir bebek, hikâyesi yok. Babayla bitireyim, anneyi bulmak için geldiğinde acı sonu öğreniyor, yağmur altında tümseği kazarak kemiklere ulaşıyor, küçücük kafatasını görünce donuk bir yüzle çukurdan çıkıyor, arkasına bakmadan gidiyor. Yıllar sonra döndüğünde çocuklardan yardım isteyecek, bizimkiler yakındaki sınırdan nasıl geçebileceğini anlatacaklar, sonra mayına basması için önden yollayacaklar babalarını. Bir sonraki metinde onların da kaçıp kaçmadığını göreceğiz.

Boyalı Kuş ayarında bir roman bu, ikizlerin hissizliğini yansıtan üslupla birlikte olay dökümü, sıkı biçimlenmiş iyi bir anlatı. Ne olursa olsun ninelerine söz söyletmeyen, kadın ölene kadar yanında kalan çocuklara helal.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!