Ketebe’nin yeni serisi Frankfurt Dersleri’nden oluşuyor, oluşacak. Goethe Üniversitesi’nin 1959’da başlattığı, kesintiye uğrasa da gelenekselleşmeyi başarmış bir etkinlik, Norton konferansları ayarında. Önceden her yıl bir sanatçı çağrılırmış, şimdilerde yılda iki sanatçı konuk ediliyor. Gelenler kendi sanat anlayışlarından edebiyat dünyasının ekonomik boyutlarına kadar pek çok mesele hakkında konuşuyorlar. Becker’ın üç dersi var, ilki Doğu ve Batı Almanya’nın edebiyatlarını kıyaslıyor, daha çok sektörel açıdan. Becker Polonyalı, neredeyse doğar doğmaz toplama kamplarına girmiş ve sağ kurtulmayı başarmış oradan, Almancayı da sekiz yaşında öğrenmeye başlamış. Kamptan kurtulduktan sonra Doğu Almanya’da yaşamaya başlıyor, babasıyla yaptığı bir anlaşma sonucu yazım hatası yapmadığı sayfa başına 50 Fenik alıyor, hata başına 5 Fenik kaybediyor. Bir süre sonra babasına yük haline geliyor tabii, anlaşma maddeleri değiştiriliyor falan, burada önemli olan Becker’ın küçük yaşlarda yazmaya başlaması, üstelik yeni öğrendiği bir dilde yazması. Demir Perde ülkelerinden birinde çocuğun teki yazarlığa hazırlanıyor, sansürün bütün ağırlığıyla hissedildiği zamanlarda fark yaratmaya çalışacak. Gerçi dili iyice öğrenmesinin yanında oyunlara hiç girmediğini söylüyor, oyuncul yazarlardan çok hoşlanıyormuş ama kendisi yapmaya çalıştığında rol yapıyormuş gibi hissediyormuş. Metinleri Ayrıntı’dan çıktı bu arada, ilk fırsatta okuyacağım, gerçi onları okumadan bu dersleri okursanız pek bir şey kaybetmezsiniz gibi gözüküyor ama bir şey demeyeyim şimdi. Sansür meselesi de ikinci derste iyice ağırlık kazanıyor bu arada. Neyse, Becker sevdiği yazarların bir tür huzursuzluktan bahseden yazarlar olduğunu söylüyor, “bir şeyi olduğu gibi kabullenmeyen” yazarlar okurlarının orada olduğunu bilmedikleri kapıları açabiliyorlar, tabii bunu okurlar için yapmıyorlar, en azından Becker’ın yazarları yapmıyor. Kafka örneğini veriyor, Kafka toplumu aydınlatmayı görev bellemediyse de metinlerinin bireyi bir anlamda güçlendirdiği söylenebilir, örneğin açlık sanatçısı toplumun sürekli değişen talepleri karşısında silikleşen, nihayetinde ortadan kalkan bireyi, ötelenmiş özneyi, hatta öznelikten atılanı canlandırıyor, bu canlanmayla okurun koşutluk kurması da toplumsal bir olgu, dolayısıyla “sanat için sanat” türü safsataları baştan görmezden geliyor Becker, memleketine odaklanıp Doğu Alman edebiyatının varlığının büyük kısmını sansüre borçlu olduğunu söylüyor. Sansürlenen, yasaklanan bir metnin talep doğurduğu, ilgi çektiği malum, Batı Almanya’da eserleriyle var olmak isteyen bir yazarın Doğu Almanya’da sansüre uğramasının büyük avantaj olduğunu belirtiyor. Onaylanmış kitaplar arasında bazıları doğrudan devlet hesabına basılmış gibi gözüküyor, Becker bir kitapçıda rastladığı ilginç bir kitabın çok sattığını ama takım olarak çok sattığını öğreniyor, üç beş kitap bir araya gelip kutularla satın alınırmış ve kurumlara dağıtılırmış. Bu olaydan sonra kendisiyle yapılan bir röportajda son zamanlarda Doğu Alman edebiyatında en çok hoşlandığı metnin bahsi geçen metin olduğunu söylüyor, günü geldiğinde gazeteyi alıp bakıyor ki metnin adı dahi geçmiyor, o soru cevabıyla birlikte çıkartılmış. İktidarın güdümündeki gazeteyi arayıp bunun nedenini sorduğunda redaktör bunun bir alay olduğunu söylüyor. Kendi fikri bu, Becker’ın görüşlerini bilmemesine rağmen öyle bir metnin iyi olamayacağını kendisi de biliyor. Her şey alenen ortadayken kötü metinler devlet eliyle yayılıyor kısaca, okurun da bundan ötürü bir şikayeti yok, arzudan başka bir şey beklemiyorlar kitaplardan. Bu durumda yazarın iki seçeneği var, sansüre uyacak veya baskıya karşı koyacak. Üçüncü seçenek de kafasına göre yazmak ama bu ikinin bir parçası olabilir. Never Look Away‘de çok güzel işleniyordu bu konu, ressam oğlan Doğu Almanya’daki kısırlaştırılmış sanat ortamından kaçıp Batı Almanya’ya geliyordu, iki ülkenin akademileri arasındaki fark muazzamdı, aynı durum edebi çevrede de geçerli. Filmin geçtiği zamanla Becker’ın bahsettiği aynı bu arada, doğrudan paralellik kurulabilir. Her neyse, okurun tepkileri ve satış miktarı yazarların eserlerini de etkiliyor, örneğin Doğu Almanya’da sansüre karşı olan yazarların belli bir çizgiyi tutturmaları şart, zira okurun gözünde davayı satarlarsa gözden düşüyorlar. Batı Almanya’da da satan kitaplar basılıyor, küçük yayınevleri varsa da varlıklarını zorlukla sürdürüyorlar, dolayısıyla yazarlar, metinler birbirine benzemeye başlıyor, edebi zenginlik ortadan kalkıyor. Doğu Almanya’da toplumsal gerçekçiliğin ağırlığı var, Stalin’in yazarlar için “insan ruhunun mühendisleri” demesini eleştiriyor Becker, güç sahiplerinin sanki bir insanın gevşemiş vidası sıkılınca örnek bir birey oluşacakmış gibi düşündüklerini, bunun da edebiyatı yavanlaştırdığını belirtiyor. Sansür bu yüzden var, eleştirinin tonu yeterince koyuysa metinler kızıl damgayı yiyor, üstelik yazar adayları durumu gördükçe ya bu sevdadan vazgeçiyorlar ya da iktidarın suyuna giderek yazıyorlar. Bütün bunların kendisini gereğinden daha kötü bir yazar yaptığı itirafında bulunuyor Becker, sansürün sanatçıyı örselediğinden bahsederek bitiriyor ilk dersini.
İkinci ders yazara yaklaşım, iki ülke arasındaki edebi ortam, ekonomik koşulların edebiyatın boynuna geçirdiği kement üzerinden biçimleniyor. Becker kendi ülkesi hakkında eleştirilerde bulunabiliyor ama Batı Almanya konusunda konuşunca tedirginliğe yol açtığını anlıyor, sanki özgürlüğüne kavuştuğu ülkeyi eleştiremezmiş gibi. Oysa yazarın ne söyleyip ne söylemeyeceğine yine yazar karar vermeli, yine de iş satış rakamlarına gelince bu tutum da tavsıyor biraz. Aynı bahis, metinler birbirine benziyor, bir yazarı diğerinden ayırmak zorlaşıyor, sansür denemese de farklı bir denetleme mekanizması var Batı Almanya’da, yazar metalaştığı ölçüde değerleniyor. Grass gibi yazarlar bir şekilde tutunabilse de onların da rahat olmadığını, her an tepetaklak olacaklarının huzursuzluğunu yaşadıklarını söylüyor Becker. Bu şartlar altında toplum pek temsil edilemiyor anlatılarda, daha doğrusu okur işin eğlence kısmı öne çıkarıldığı için derinliği olmayan metinlerde kendini bulamıyor. Belki sadece Becker gibiler bulamıyordur, neyse, talep varsa yazar var yani. Sansür yerine kanun var, iki ülke arasındaki temel fark bu. Bir yargıç dava konusu olan edebi metinler hakkında yargıda bulunsa da kendi görüşlerini bu süreçte görmezden gelmek zorunda kalıyor, zira kanunlar son derece açık. “Kurumsallaştırılmış sansür” diyor Becker, yayınevleri yenilikçi metinleri basarken iki kez düşünüyor. Doğu Almanya’da devlet kontrolü varken Batı’da özel sektörün kâr hırsı ve endüstriyel rekabet bir tür kısıtlama getiriyor edebiyata. Güney Amerika edebiyatının anlatı görkemini bu tür kısıtlamalara borçlu olduğu fikri ilginç, Becker’a göre bir tür döngü kırılması. “Bilinen şeyin yazılması” konusunu buna bağlayabilirim, okurların kültürel ilgilerini kaybetmemeleri için zorlayıcı, girift metinlerin “piyasada” pek yer bulamaması farklı ülkelerde farklı sonuçlara yol açıyor, Batı Almanya edebiyatında kısırlık hakim. Belli konular, belli formlar, istenen bu.
Üçüncü ders okura odaklı. Becker bir arkadaşıyla girdiği tartışma üzerinden okurun okuma alışkanlıklarını, güncel edebiyatın okuru hangi açılardan hayal kırıklığına uğrattığını vs. inceliyor.
Güzel seri, iyi başlangıç. Bu metinde de bir iki yazım hatası var, çatı uyuşmazlıkları var, çeviride de şunlara dikiz: “Bu erken yaşlarda başlayan ihtirasın kanıma işlemesinden ve bugün ondan bir daha asla kurtaramayacağımdan korkuyorum.” (s. 20) Bir cümle daha vardı ama bulamadım şimdi. Neyse, okunmalı bu ama fiyatı fişek ne yazık ki. Yayınevinin prestij seri politikası yüzünden sanıyorum. Sayfa kalitesi, kapak, ıbık cıbık derken 36 TL’ye çıkıyor fiyat. Bilemedim, pahalı. Tabii neye göre pahalı, benim gibi öğretmen adam için, çok okuyan biri için pahalı. Değip değmeyeceği okura göre değişir. Bana göre değdi ama serinin sonraki kitaplarını hemen alamam muhtemelen. Bundan sonrası özel. Annemin bir ilacı var, SGK karşılamıyor, 8.000 papel -çok seviyorum bunu ya, papel, ehehe- veriyoruz üç haftada bir. Dava açıp geri alacağız umarım. Alamazsak çıplak vatandaş olmaya karar verdim. Çıplak vatandaş dedim de, Galatasaray’ın önünde beklerken önümden yarı çıplak, elindeki kitaba gömülmüş bir adam geçmişti. Okuya okuya gidiyordu, kalabalık falan umurunda değildi. Delirirsem böyle delireyim diye düşünmüştüm. Öyle delireyim.
Cevap yaz