Jonathan Safran Foer – Bu Bizim Havamız

Foer’ın denemeleri de kurgu harikası. Derinleştireceği mevzunun parçalarını gösteriyor önce, mesela “Sonlar Kitabı”nda dünyanın ilk intihar mektubundan bahsediyor, çocukken yanında gezdirdiği kitapta yazdığına göre aldığımız her nefeste Jül Sezar’ın moleküllerini soluyoruz. Bu mümkündür, hangi metindeydi bütün molekülleri yüzlerce yıl önceki haline getirsek Bach’ı beste yaparken görebilme ve dinleyebilme ihtimali? Bach’a nasıl can verebileceğimiz muamma tabii, yaşam moleküllerin bir araya gelmesi kadar kolay olabilir ama bilinci tekrar nasıl ortaya çıkarırız? Neyse, atom matom, geçmişi bedenimizde taşıyoruz ve yarın bedenimizden bir parça taşıyacak, havaya üfürdüğümüz sigara dumanının zararından sorumluyuz, uçan kuştan dahi sorumluyuz, uçamayandan. Petrole bulanmış kuş hepimizin kalbine tepiktir, unutamayız. İlk intihar mektubu anlatıcının ruhunu kalbine açtığını, bu yolla ruhun söylediklerine yanıt verebileceğini söylemesiyle başlıyor, Foer aynı etkinliği metnin ortalarına doğru kallavi bir bölümde gerçekleştirecek, daha var. “Fedakârlık Değil” adlı bölüm İkinci Dünya Savaşı sırasında cephenin gerisindekilere odaklanıyor, savaşan askerlerin yanında ekonomiyi sağlam tutan işçiler, kadınlar olmasa Almanya’nın zaferiyle bütün dünyanın katliamlarla sarsılacağı malumsa insanlar fedakârlıktan öte var olmak için ellerinden geleni yapmışlardır. “İyi Bir Hikâye Değil” hangi hikâyelerin insanları etkilediğine dair bir eleştiri aynı zamanda, Claudette Colvin otobüste yerine değiştirmeyi reddettiği için tutuklanmışsa da ırk ayrımını kitlesel bir hareketle yok etmeye çalışan Rosa Parks bilinir daha çok, o daha popülerdir, belli kazanımların yolunu açmıştır denebilir. İklimin çok tutan hikâyesi nedir? Hollywood filmleri değil, araştırmalar değil, muhtemelen daha parlak bir şey lazım çünkü çok sıkıcı bir hikâye onunki. Katastrofik bir felaket iş görür ama o zamana kadar beklemek mi gerekecek? Foer yapılması gerekenleri anlatsa da kendisinin de karbon salınımıyla dünyayı mahvettiğini kabul ediyor, onun için de hikâye henüz yeterince etkileyici değil. Jan Karski’nin durumu bir başka yazının konusu, Foer bu ilginç mevzuyu da esas soruna bağlayacak. Polonya yeraltı örgütü mensubu Karski onca badireyi atlatarak 1943’te ABD’ye gidiyor ve oldukça forslu bir hakimin karşısına çıkarak şahit olduklarını belgelerle ortaya koyuyor. Frankfurter adamın söylediklerine inanıyor, Nazilerin yaptığı zulümlerin gerçek olmasıyla ilgili bir sorunu yok, problem bunca insanlık dışı eylemi “zihnine ve kalbine sığdıramaması”. Gerçeği zihnen kabullenebilmek oldukça zor bir iş, çıkar çatışması gibi pek çok etken buna engel ama bilginin içeriği bilişsel şemalara uymayabilir, kısacası inkar etmeyiz ama inkar ederiz. “Bilim insanlarının yalan söylediğini düşünmüyor olabiliriz ama bize söylediklerine inanabiliyor muyuz? Böylesi bir inanç hiç kuşkusuz beraberinde etik bir tavrın aciliyetinin farkına varmamızı sağlayacak, ortak vicdanımızı sarsacak, gelecekteki olağanüstü felaketlerden kaçınmak için bugün küçük fedakârlıklara razı gelmemizi sağlayacaktır.” (s. 26) Kontrastında güvenmek, inanmak var, Foer köklerine iniyor ve Polonya’dan kaçan anneannesinin hikâyesini anlatıyor. İşgalden birkaç gün önce anneanne gitmeye karar vermiş, ailesinden öteberiyi toplamış ve yola koyulmuş. Kız kardeşi gittiği için çok şanslı olduğunu söylemiş, ailenin diğer üyeleri şans dilemişler ama birlikte gitmek istememişler. İlginç, aynı gitmemeye Her Şey Aydınlandı‘da da rastlıyoruz, Naziler köyü basmadan önce toplantı yapılıyor, savunma konusunda ne yapılacağı konuşuluyor ve toplantının sonunda hiçbir şey yapılmaması kararlaştırılıyor. Hiçbir şey. Yeni bir pogrom bekleniyor resmen, dünyanın sonunu beklediğimiz gibi. Anneanne bir şey yapmak zorunda hissettiği için yola koyulmuş, mevsim yaz olmasına rağmen yanında kışlık kıyafetleri de varmış. “Histerik”te adrenalin patlamasıyla bir tonluk aracı kaldırarak can kurtaran bir adam var, araç üç tonluk olsaydı kaldıramayacaktı, iklim krizi ağır bir darbe indirdiği zaman son gücümüz her şeyi düzeltmeye yetecek mi? Şükran Günü nasıl hemen hemen bütün bir ulusun kutladığı önemli bir gün haline gelmiştir? Tepedekiler belirli gün ve haftaların adını koyarken toplumca benimsenip benimsenmeyeceğini kestirebilirler ama siyasi konjonktür değişir, toplum değişir, bir şey olur da o günler özel olmaktan çıkar, kaç zamandır süren bu geleneği çevre duyarlılığına da uyarlayabilir miyiz acaba? Elvis’in çocuk felci aşısı olurken çektirdiği fotoğraflar sayesinde kaç çocuk kurtulmuştur? İnsanlar Instagram fenomenlerinin yardımıyla duyarlı bireylere dönüşebilirler mi?

Bütün bu parçalar küresel felaketle ilgili, hayvan yemekle de ilgili. Sınai hayvancılığın dünyaya verdiği zarar muazzam, karbon emisyonu canımıza okuyor. Bu tür hayvancılığın daha geniş alanlarda sürdürülebilmesi için ormanlar katlediliyor, Amazon’u katleden Bolsonaro’nun kestirdiği ağaçlar akıl almaz ölçüde geniş bir alanı hayvancılığa açtı, tüketim alışkanlıklarımız yüzünden yediklerimizi yemeye devam ediyoruz ama sürdürülebilir bir sistem değil bu. Doğal su kaynakları kirleniyor bir yandan, su savaşları çıkacak er geç. Daha da kötüsü istatistiklere göre dünyanın en mutlu ülkelerinde yaşayanların yedikleri yüzünden Bangladeş gibi ülkeler bir süre sonra sular altında kalacak. Kuzey ülkelerindeki insanlardan yüz kat daha az et yiyenler birilerinin mutluluğu pahasına göz göre göre ölüme terk edilecek, gerçek bu. İnanamadığımız bu, dünyanın bir ucunun diğer ucunu etkileme derecesi. Felaketten kurtulamayacağız artık, uzmanların dikkat çektiği 2020’yi çoktan geçtik, üzerine bir de pandemi belasıyla boğuştuk, durdurulması kısa vadede imkansız bir yıkım silsilesinin başındayız. Elektrik enerjisi de bizi kurtarmayacak gibi gözüküyor, bu enerjinin kullanımı için gereken zımbırtıları üretmek için korkunç bir karbon salınımı ortaya çıkarmak gerekiyor. Aslında çoktan öldük, uzatmaları yaşıyoruz. Bu demek değil ki ahmaklar ordusu olarak yaşamaya devam etmeliyiz, yapacaklarımız var. Mesela vegan olsak süper, talep azaldıkça et üretimi, karbon salınımı azalacak. Ağaçları kesmezsek oksijenimizden olmayacağız, sera etkisi zayıflayacak. Dünyamız giderek ısınırken buzulların erimesi sonucu karaları su basmayacak, deniz kıyısında yaşayan milyonlarca insan göç etmek zorunda kalmayacak veya ölmeyecek. “İklim krizine büyük dış güçlerin sebep olduğuna, bu yüzden ancak büyük dış güçler tarafından çözülebileceğine inanıyoruz. Oysa bu sorundan bizim sorumlu olduğumuzu kabul etmek çözüm için sorumluluk almanın ilk adımı.” (s. 107) Küresel ısınmanın hurafe olduğunu düşünmeyeceğiz tabii, herkes topu birbirine atarken bu konuda gösterebileceğimiz bütün tepkiyi göstereceğiz, en başta kendi yaşam pratiklerimizi değiştirmeliyiz. Toplu taşımayı kullansak iyi olur, az çocuk yapmak da iyi bir önlem. “Herkesin Amerikalı gibi yaşaması içinse en az dört Dünya gerekiyor.” (s. 120) Elimizde sömürülecek bir adet Dünya olduğuna göre Amerikalı gibi yaşama hayallerimizden vazgeçmemiz lazım, Amerikalıların da Amerikalı gibi yaşamamaları lazım ki dünyanın geri kalanı mahvolmasın. 2012‘deki dev gemi ancak üst sınıfları alıp götürecekse, zengin tayfa mahvolan gezegenden kurtulabilmek için uzaya yerleşme planları yapıyorsa sesimizi sermayeye karşı zaten yükseltmeliyiz, mahva yol açanlar onlar. Yönetim aygıtlarını kullanacağız, gelir dağılımını düzenleyeceğiz, ıbık cıbık nesnelere bir dünya para harcayan insanları silkeleyip ne yaptıklarını soracağız, paralarını gezegeni kurtarmak için ateşleyecekler. Hayvanları seveceğiz, kızardıkları zaman tatlarının güzel olmasından ötürü değil. Onları korkunç şartlarda yetiştirmeyeceğiz, her şey olduğu gibi olacak, Tarım Devrimi’nin öncesine dönmek imkansızsa da Dünya’yı bu kadar hızlı yok etmemek için bazı şeyleri yavaşlatmamız gerekiyor, en başta hayatımızı.

Foer ne yapıp ne yapmayacağımızı anlatıyor, acilen okunası.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!