Vegan kedi. Bir filozof tanıdığı söylemiş Gray’e, kedisini vegan olmaya ikna etmiş ama nasıl, telkinle mi, rol modellerle mi, Gray sorduğu zaman filozofun şaka yapmadığı ortaya çıkmış, kedisini veganlığa yönelttiğini düşünüyormuş. Gray kedinin dışarı çıkıp çıkmadığını sormuş, filozof çıktığını söylemiş ve gizem çözülmüş: başka evleri ziyaret edebilir, avlanabilir, kedi vegan değil. Kedilere Dair‘de anlatıyordu Lessing, çok sevdiği bir kedisini az mı besliyordu, kedi hastaydı da rejimde miydi, öyle bir şeydi de hiçbir iyileşme emaresi göstermeyince anlatıcı dayanamayıp takip ediyordu kediyi. Duvardaki delikten yan bahçeye, oradan evin mutfağına, her gün birkaç sosisi eksilen komşunun yüz ifadesini merak eden anlatıcı utanıp kedinin hırsızlık kariyerini sonlandırıyordu. Mümkünse. “Böylesi bir ahlak eğitimi deneyine tabi tutulan kedinin, insan eğitmenine nasıl bakmış olabileceğini hayal etmek zor değil. Filozofun tavrının yol açtığı kafa karışıklığının yerini çok geçmeden kayıtsızlık almış olmalı. Belirli bir amaca hizmet etmeyen ya da anlık keyif vermeyen bir şey yaptıkları nadir görülen kediler, realistlerin şahıdırlar. İnsan budalalığıyla karşılaştıklarında, öylece arkalarını dönüp giderler.” (s. 2) Kaplan’ın karşısında kaç kez embesilleştiğimi hatırlamıyorum şahsen, her seferinde aşırı eğleniyorum ve tosunumun bana maruz kalmasından üzüntü duyuyorum, yiyecek bir şeyler getirdiğim için katlanmanın küçük bir bedel olduğunu düşünüyordur belki. Bir halt düşündüğü yok tabii, tavuk ve salam götürdüğümde, “Ogulim önce bunu yi lağaa!” demiştim, yüzüme bakıp öbürünü yemişti. Kedi olsam üzülmezdim çünkü bir kedi var olmaktan başka bir şeyle uğraşmaz, “uğraşma”nın ve benzer fiillerin öznelliğini zaten taşımaz, o zaman özgürdür. Pascal’a göre kendi başımıza kalamadığımız için başımıza onca derdi açarız, felsefeyle uğraşırız, düşünüp dururuz ve ölümü hatırlarız. Kedi özbilince sahip değildir, felsefeyle uzaktan yakından alakası yoktur da Gray kedinin durumuna felsefede denk arar, kedilerle münasebet kurmuş filozofların, denemecilerin görüşlerine başvurur. Schopenhauer hayvanların bireyselliğinin olmadığını söyler, Descartes hayvanlarda bilinçli farkındalığın olmadığını göstermek için bir kediyi camdan aşağı atar, köpek kırbaçlar. Montaigne’e göre bizim hayvanlara bakışımızla hayvanların bize bakışı aynıydı, hepimiz hayvan hayvan yaşıyor ve gül gibi geçinip gidiyorduk, tabii hayvanlara eziyet etmiyorsak. Diyelim ki biz onları yiyorduk, onlar da bizi yiyordu. Yani bir hayvanla başka bir hayvan ne yapıyorsa biz de onu yapıyorduk. Elis’li Pyrrhon felsefenin hedefinin ataraxia olduğunu söylerken kedileri düşünmüş müydü acaba, bu kavram kedilerin ayaklarının altındaydı: dinginlik, içten gelen huzursuzluktan korunma. Montaigne felsefe yapmanın huzursuzluğu ortadan kaldırmayacağını söyledi, Wittgenstein gündelik dilin eski metafizik sistemlerin tortularını taşıdığını söyledi, haliyle düşünmemek(!) ve konuşmamak(?) kafayı temizleyebilir. Bir nevi anti-felsefe. Kedilerin hüneri. Vietnam’da cehennemin orta yerinden alınıp ABD’ye götürülen kedi yavrusu çok iyi özetliyor bunu, CBS muhabiri Jack Laurence savaş sırasında şehirde bulduğu yavruyla geçirdiği yılları anlatırken kendi hissettiklerinin yavruda hiçbir karşılığının olmamasını garipsemiyor sanki, kendisinin bir uzantısı olarak gördüğü için mi kediyi? “Muhabir kedi yavrusuyla Vietnamca konuşmayı denedi, ama kedi ona sanki aklını kaybetmiş gibi baktı.” (s. 11) Çok matrak, kediye bir insanmış gibi yaklaşırız ve kedi bize kediymişiz gibi yaklaşır, anlatırız ama birbirimizi anlamayız. Hatta kedilerin insanları evcilleştirdiklerini söyleyebiliriz, aslında bizimle kalmayı tercih ederler ve kaldıkları sürece kendimizi onlara göre ayarlarız. Kim diyordu ya, James C. Scott olabilir, hayvancılık ve tarım bize büyük miktarda ve olabildiğince düzenli aralıklarla yiyecek sunmuştur, karşılığında hareket kabiliyetimizi elimizden almıştır. Gibi bir şey. Değişimi işteş hale getiriyoruz, kedilerle de böyle. Hâlâ yaban kedileriyle ev kedilerini birbirinden ayıramayız çünkü Abigail Tucker’a göre insanlarla yaşamaya başlamalarından beri kediler çok az değişmiştir, bu yüzden fosillerle kıyaslayınca kedilerin insan hayatına girişinin ayrıntılarını belirlemek çok zordur. Yine aynı metne dönüyorum, Lessing çocukluğunun Afrika yabanını anlatırken yaban kedisi diye ev kedisinin öldürüldüğünü anlatıyordu bir yerde. Kedilerin evcilliğinden ne ölçüde bahsedilebileceğini merak ettim, sonuçta basıp gidiyorlar kafalarına göre, öyle yemek su falan sallamadan hayatlarına bakıyorlar. Şeytanlaştırıldılar, ne demek öyle kafaya göre yaşamak. Dinsel festivallerde canlı canlı kızartıldılar, evler inşa edilirken döşeme tahtalarının altına canlı canlı gömüldüler, Yeni Çağ Fransa’sında böyleymiş. Cadılarla özdeşleştirildiler, cinsellik üzerinden Hıristiyanlarca lanetlendiler, özgürlükleri yüzünden neler çekti hayvancıklar. İnsanın insana ettiğinin yanında insanın hayvana ettiği. “Kedi nefreti çoğu kez, mutsuzluğa batmış insanların kendilerine duydukları nefretin, mutsuz olmadığını bildikleri canlılara yönlendirilmiş halidir.” (s. 27)
Birkaç başlıkta kedilerle felsefeyi birlikte ele alıyor Gray, ilk başlık “Kediler Niçin Mutlu Olmaya Çabalamazlar?”. Felsefe iyileştirme iddiasında olduğu rahatsızlığın bir semptomu, hayvanlarda başka tarafa yönlenme ihtiyacı yok. Pyrrhon malum, Epikuros’la Buda’nın arzulardan feragat yoluyla acıdan kurtuluşu ortaksa da Buda daha gerçekçi, acıdan azatlık insan için mümkün değil. Stoacılar düşünceleri kontrol etme yoluyla başlarına gelen her şeyi kabullenebiliyorlar, Marcus Aurelius’un değindiği gibi rasyonelleştirilen iyidir, iç huzuru sağlar. Joseph Brodsky’nin eklediği gibi gereken tek şey hayat boyu süren bir sabır ve dayanıklılık deneyidir. Pascal’a göre oyalanmadır işimiz, kedilerin aksine. Kedi zaten ayarlıdır, koşullanırsa davranışları değişebilir de temel itkileri aynıdır, ölümlü olduğunu bilmemesi iyidir çünkü bu bilgi bizi mahveder. Ölümlü olduğumun farkındayım ama bu farkındalığın neye yol açtığını bilmiyorum mesela, Kaplan’a baktığımda onun ölümlü olduğunu bilmediğini biliyorum, yaşayıp gidiyor. Her gün karşılaşıyoruz, yanaşıyor, sonra yolumuza gidiyoruz. Kaplan beni bir ölçüde kendisine benzetti, Genazino buraya sezgisiyle mi geldi yoksa kedilerden bir şeyler öğrenip mi geldi, bilmek isterdim: yaşamdan yaşamın kendisinden daha fazlasını beklememek. “Tek başına kalmaya dayanamayan başka herhangi bir hayvan var mıdır? Kedilerin böyle olmadığına şüphe yok. Kediler hayatlarının büyük bir bölümünü hoşnut bir yalnızlık içinde geçirirler. Bununla birlikte, insan dostlarına sempati beslemeye başlayabilir ve onların kendi kendilerine çare bulamadıkları müzmin huzursuzluğu da dindirebilirler.” (s. 48) Kaplan bana insan olmadığım nadir anları verir, insan olmanın düşünmeyle ilgili yanının yokluğundan bahsediyorum. Kaplan’ı sevdiğimi düşünmem, onun yanında mutlu olduğumu da düşünmem, Kaplan’ın yanındayımdır ve bunun ötesi aklıma gelmez. “Ahlak: Çok Özel Bir Pratik”te evrensel yasaların tektanrıcılığın artığı olduğunu söyler Gray, yasayı Tanrı koyar ve ahlak gelişir, sonra Tanrı geri çekilir ve yerini insanlığa bırakır. Spinoza’nın yaşama sanatını ve tao‘yu birlikte ele alınca aralarındaki benzerlikler ortaya çıkıyor, Aristoteles’in hiyerarşik ve insanmerkezci etiğini bir kenara atabiliyoruz, conatus ufukta bir güneş gibi doğuyor. Kendini koruma gücü, bireyin istençli etkinliğinin sağladığı bağımsızlık, aktiflik, özgürlük. Bu da son derece rasyonel bir düşünce, insanın irrasyonelliğiyle çatışma halinde, ne kadar tutunabilirsek o kadar iyi. “Bencil olmayan egoizm”e varıyor bu yol, dünyayla etkileşim halindeyiz ve benliğimizden ödün vermiyoruz. Özgeci olabiliriz veya olmayabiliriz, kendimizi yitirmediğimiz sürece istediğimiziz. Zen’deki “zihinsizlik” de benzer bir duruma işaret ediyor, aklı rafa kaldırmıyoruz da işimize gücümüze -ben “yaşamaya” demek isterim- veriyoruz kendimizi ve bu bilinç mertebesinde başka her şey siliniyor, kedi oluyoruz. Kaplan oluyoruz. Yanına oturup etrafa bakıyoruz öyle, onun farkındayız ama kendi varlığımıza gömülmüşüz.
Cevap yaz