Öyküden çıkıp öyküye geliyorum, okuduğum yazdığıma sirayet etmesin diye hiç uğraşmıyorum, iyi öykülerden başka hiçbir şeye sığınmıyorum. Öykü mü gerçi, sıralı öykülerden anlatı olur, sıralı öyküler olur, Lahiri’nin metni türden taşar. Anlatıcının olduğu yerlerdeki olma biçimlerine bakarsak üçü beşi belirgin: olup bitenleri gözlemler, kulak misafiri olduğu diyaloglara yerleşir, kendi metninin kılar, anları yakalayıp sabitlemeye çalışır, sürekli gittiği yerlerde mekâna bağlanma nedenlerini irdeler, anlattığı bulunuşunun öncesiyle bağlar yaşamını, yıllar öncesine uzanır da oraya ilk kez gelişini anlatır, sonrasında yaşadıklarını, tanıştığı insanları. Belli belirsiz bir hikâye çizgisi vardır, mekânları aslında o çizgiyi oluşturan duraklar olarak düşünebiliriz, sonuçta bursunu alıp oradan gidecek, yazmaya başka yerde devam edecektir, haliyle yaşamının sonraki evresi başlamadan önce o güne dek nerenin bir parçası olduysa kayıt altına alması istikametini belirleme açısından anlamlı. Son yeri tren, yolculuk. Final gibi değil, mekânın uzandığı yere kadar ne varsa o, sonrası henüz yaşanmadı. Yaşamdöküm mü, denir. Giderek genişliyor üstelik, yaşamla birlikte engin mekân, başta tekil, bağlantısız anlatılar halindeyken sonrasında birikiyor, yığılıyor da bağlanıyor birbirine, uzuyor, geçmişin neresinden şimdinin bir yerine dokunuyor. “Kaldırım” örneğin, ilk, yol boyu ne varsa. Sokağın duvarına dayanmış küçük bir mermer levha, adamın birinin adı yazıyor, doğum ve ölüm tarihleri, belli ki bir kazada ölmüş, tam orada. Bakımı ihmal edilmiş bitkilerin yanında can verdiğini söylüyor anlatıcı, acaba o zaman da öyle miydi, sokağın ne zamanki halinin hangi zamana dek süreceğini kim bilecek, sonuçta kıvrılarak tırmanan tehlikeli bir yol ve sırf bu yüzden değişime açık. Mum konmuş mesela, bir fotoğraf, çiçek demetleri ve aziz heykelciği, adamı anmışlar, annenin mektubunda oğlana ayırdıkları zaman için teşekkür. Kimse yok tören alanında, bir şey olup bitmiş, üzüntüsü kalmış geriye. “Yolda”da kişisel bir üzüntü, durakların arasındaki mesafe de kısa başlarda, kaldırımdan yola neredeyse atlamadan zıplamadan geçiyoruz, sonraları daha büyük aşımlar, değişimler sonucu evlerden ansızın meydanlara, hatta hiçbir yere gidiyoruz, şimdilik adım adım. Mahallede yürürken küçük bir kaçamak yapabileceği ya da bir ömür birlikte yaşayabileceği adama, bir kız arkadaşının partnerine rastlıyor anlatıcı. Üç beş laf, ayak üstü kahve, birlikte atılan birkaç adım. Denk geliyor da birlikte çorap almaya gidiyorlar, anlatıcıya göre nalburdaymış gibi rahat adam, profesyonel, mor olanın daha çok yakışacağını söyleyince satıcı takdir etmiş adamı, anlatıcıya “kocasının gözünün çok iyi olduğunu” söylemiş. Hatalı ve yararsız bir maceraya atılmak istemiyor ikisi de, anca gündelik yaşamın sıkıntısında yakalanabilecek parıltılarla yetiniyorlar: köprüde karşılaştıklarında adam dalgın, anlatıcıyla birlikte köprünün parmaklıklarına yaslanıp gölgeleri izliyor. Nehir boyunca yürüyenlerin gölgeleri duvara vuruyor, figürler duvar bitince formdan çıkıp bozuluyor, onları duvar bir arada tutuyor. O gün işi var birinin, kalıp sohbet edemeyecek, vedalaşıyorlar ve duvardaki gölgelere dönüşüyorlar. Her öyküde yoktur ama çoğunda vardır bu parıltı, anlatıcı çok azını paylaşır, bu bir istisna. Tesadüf de öyle, eski sevgililerden biri yanlışlıkla aradığında hiçbir şey değişmemiş gibi neşeyle konuşuyor, yapıp ettiklerini anlatıyor, telefonu kapattığında anlatıcı kuyuya düşüp geçmiş günlerin üzüntülerini tekrar yaşıyor. Telefonun tekrar çalması mümkün, bekliyor, çalınca da yemek teklifini reddedip tek başına yemek yemeye çıkıyor. Yeterlidir, gerisine gerek kalmaz, hâlâ istenmek iyidir. Başka, otuz yaş büyük bir adamla hangi mekânda ilişki yaşıyordu kadın, kendi evinde ama buluştukları kafeyi mi başlık olarak koymuştu neydi, o da bir yaşantı parçası. Adam aradığında buluşuyorlar, adam geldiğinde sevişiyorlar, anlatıcı bir nesne olarak yaşıyor ilişkiyi, heyecanı da o kadar. Bir gün eşinin olayı çakmak üzere olduğundan bahsediyor adam, ilişkiyi bitirmek istediğini söylüyor, hızlıca vedalaşıp çıkıyor kadının yaşamından. Cihan Aktaş’ın bir öyküsünde gördüm en son, yakınlıkların bitiminde bir tür haksızlığa uğramışlık doğuyor, iki insanı bir daha görüşmemek üzere ayıran her neyse. Eski sevgili var bir de, karşılaşmalardan biri, dolayısıyla markettir, kafedir, kitapçıdır, yeri var metinde. Bu adamın olayı çok okuması, biraz yazması ve yazdıklarını hiçbir zaman gün yüzüne çıkarmaması. Yıllar öncesinde öyleymiş, değişen pek bir şey yok gibi görünüyor, adam yine işlerini başkasına yaptırıyor ve büyük uğraşına gömülmekten keyif alıyor. En büyük çatışmadır herhalde, aşktan gözü dönenler uyuşmazlığı görmezler de sömürülürler ya, tam öyle bir ilişki. Bittiğinde yıkımı büyük, emeğin lafı ilk o noktada edilir, karşılığının zerresi yoksa eyvah.
Ofis. Duvar boyunca uzanan rafları doldurmak için gereken kitaplar alınacak, bir bitki, birkaç yastık, masaya bir şeyler. “Bu ofisi benden önce kullanan meslektaşım arada sırada burada uyuyormuş galiba. İyi ama neresinde, nasıl, diye düşünüyorum. Yere battaniye serip üzerine mi uzanıyordu? Şairmiş, dul karısının söylediğine göre gecenin ilerleyen saatlerinde kimseciklerin kalmadığı yapıya sinen gece sükûnetine hayranmış ve aklına bir şiir takılırsa tamamlayana dek ofisten çıkmazmış. Evinde, karısının döşediği temiz ve sevimli çalışma odasında aradığını bulamıyormuş. Şiirlerini burada yazıyormuş; duvarları, halının solgun renklerini umursamıyormuş. Yaşlı, hayal âleminde bir adammış ve aklında birbirine dolanan coşkun sözcükler ancak bu odada belli bir düzene giriyormuş. İki yıl önce ölmüş, son nefesine bu odada vermediyse de ortamda bir kabir kasveti hissediliyor.” (s. 8) Kalıntıların izini sürerken kendi izini de sürüyor anlatıcı, bir zamanlar bulunduğu yerlerde yaşadıklarından bahsediyor. Aslında hikâyelerin tartımı. İnsanların arasında bir insan, vedalaşmadan önce hayatının geçtiği yerlere vefa borcunu ödeyen anlatıcı. Ailesiyle ilgili anlattıkları başka, hele bir bölüm var ki Gwendoline Riley’nin Hayaletlerim‘inden fırlamış gibi: doğum günü kutlaması, anlatıcının annesinin en sevdiği tatlılar, kısa süren sessizlikler, uzun süren sessizlikler, konuşulanlara göre temkinlilik, söylenmeyenlerin ağırlığı, aile trajedisinin kabullenişi. Babanın ilgisizliği aşırıya varıyor, mutsuzluk saçtığı kesin, anlatıcıyla annesinin kavgalarında arazi oluyor adam. Üstelik anlatıcı daha on beş yaşındayken öldüğü için yerine getiremediği sözleri kalmış geride, yara açık. Bavullar da hazırmış, bir yere gideceklermiş, baba sevinçliymiş, kız havalara uçuyormuş ama ateşlenmiş adam, birkaç saat sonra hastanelik olmuş, kısa süre sonra da ölmüş. Anne için daha büyük yıkım, kadın geri kalan hayatında ne yapacağını bilemeden yaşamış öyle, rastgele, anlatıcının en büyük korkusunu annesinin mutsuzluğundan hiç kurtulamamak. Gitmek istemesinin asıl sebebi bu aslında, mesleği için çok büyük bir fırsat yakalamış olmasından daha önemli. Çözümlemiyor değil, ne yaşadığını ve hissettiğini az çok biliyor anlatıcı, ergenliğinden itibaren yaşadığı bütün zorluklar canlanmaya meyilli olduğu için şehrin öbür ucunda oturuyor belki, annesinden uzakta. Tren yolculukları bu yüzden sıkıntılı biraz, haliyle son tren yolculuğunun başka bir ülkede bitecek olması ironik. Mutlu son. Belki. Bildiğimiz üç beş şey var: bizimle başlamamış olsa da bizimle bitebilir, bitmeyebilir, aileden aldığımız keder uzun ömürlüdür, sokaklarında dolandığımız şehri bırakıp gitmek hiç kolay değildir ama nereden geldiği belli olmayan şansla bir o kadar kolaydır, eski sevgililerimiz aradığında telefonu mümkünse açmamalıyız, beklenmeyenden kaçamıyorsak da mekânlardan kaçabilmeliyiz.
Cevap yaz