Fournier babasının hiç kimseyi öldürmediğini söylerken garip bir adamla tanıştırmıştı bizi. Alkolle haşır neşir, hastalarından para almayan, her ihtiyacı olana yardımda bulunup ailesini zor duruma sokan, başkalarına gösterdiği hassasiyeti ailesinden esirgeyen bir doktor, görünürde herkesçe seviliyor ama bir o kadar da eleştiriliyor, faydalı olmak adına yapmayacağı hiçbir şey yok, kendini yok edercesine koşturuyor. Başlı başına olay. Adamın eşinin de anlatılması lazım tabii, Fournier annesini başka bir metinde odağa alıyor, kadının yaşamına, yaşadığı zorluklara odaklanıyor. Sıra kendisine geliyor, özürlü iki oğlunu ve sağlıklı kızını anlattığı metinde çocuklarıyla ilişkisini anlatıyor, oğullarının ölümünün acısını duyuruyor. Eşi Sylvie’nin ölümünden sonra sıra eşine geliyor, bir metin daha. En sonunda sıra tamamen kendisinde, önceki metinlerinde -otuz kitabının olduğunu söylüyor bir yerde, kaçı otobiyografik bilmiyorum- başkalarının üzerinden kendi deneyimlerini, düşüncelerini aktarırken bu kez otopsi masasına kendisini yatırıyor, ölümünün pek uzakta olmadığını duyumsamış olacak ki daha bir cesur, sadakatsizliklerinden cinsliklerine kadar her şeyi saçıyor ortalığa. Yine komik, hayatı dalgaya almaya nasıl başladığını, gevezelik yaparak kendini insanlara nasıl sevdirdiğini ve kendinden nasıl nefret ettirdiğini anlatırken çok matrak. Bir de, gerçekten, çok iyi fikir değil mi ya? Öldük mesela, bedenimizi bilimsel araştırmalar için bağışladık, doktor adayı kadın masaya yatırılmış bedenimizi kesip biçmeye başladı, ellerimiz, ciğerlerimiz, beynimiz, penisimiz, her şey parçalarına ayrılırken organların çağrıştırdıklarını geçmişimizden bulup çıkarıyoruz, yaşamımızı organlarımız üzerinden inşa ediyoruz. Arada zıpırlığımız tutuyor, kadınların peşinde geçmiş yaşamımızı öldükten sonra da sürdürmeye çalışarak alıcı gözüyle doktoru inceliyoruz falan, çok hoş. Fournier henüz ölmedi bu arada, 81 yaşında. Bence her gün âşık olmaya devam ediyordur, Sylvie’yi özlüyordur bir yandan. Kızını da özlüyordur, uzun süredir konuşmuyorlarmış.
Bir sürü kadavra, sahiplendirilmeyi bekliyorlar. Öğrenciler şöyle bir bakıp geçiyor hepsine, beğendiklerini alıyorlar. Anlatıcının aklı hemen işlemeye başlıyor, genç bir kadınla yaşlı bir ölünün aşk hikâyesi başlar belki. Adam olabildiğince açık, herhangi bir oyuna girişemeyecek durumda, bedeni pornografik ölçüde teşhirde. Önce bedenini saklamayı düşünmüş, gaz halinde saklanamayacağı için bu fikirden vazgeçmiş, toz haline de getirilmek istememiş, kum saatine sıkışıp kalırmış yoksa. Tütsülenmeyi de düşünmüş, sonuçta genç kadının önüne yatırıvermişler. Hemen bir isim takıyor kadına, önündeki yaşamı kurgulamaya başlıyor. Bisturiyi kullanırken nazik, sosyal yaşamında da öyle olabilir. Adamın anılarını bisturiyle yazacak, başlıyor. Kalp hizasında bir dövme: do not disturb. Gülüyor doktor, adam amacına ulaşıyor, bütün yaşamı boyunca insanları güldürmeye çalıştığını söylüyor.
“Karım Sylvie belki de onu güldürdüğüm için bana kırk yıl tahammül etti.
Daha sonra kitaplarımda her şeye gülmeye çalıştım.
Gramere, babamın alkol düşkünlüğüne, annemin hastalık hastalığına, engelli çocuklarıma, yaşlılığıma ve ölümüme gülmek istedim.” (s. 14)
Güldü de, alyans takmadığını gören doktora -aslında kendine, okura, kimeyse- kayıp alyansın hikâyesini anlattı. Balayında bir kavga sırasında Sylvie’ye sinirlenip arabanın penceresinden fırlatmış. Ellerinin güzelliğine odaklanalım istiyor, doktorun boynunu okşamak, sonra sıkıvermek istiyor. Bazı fikirleri toplumun benimseyeceği türden değil, bunun sıkıntısını çok çektiğini anılarından bulup çıkardığı parçalarla anlatacak. Toplumdan pek hoşlanmadığını söyleyebiliriz, herhangi bir siyasi görüşü yok, kalabalıklardan uzak duruyor, yaşamak da iyice tatsızlaştığından tam zamanında gittiğini düşünüyor. Tuz yok, diyet yapılacak, ölçülü yaşanacak, hiç ona göre değil. Doktor yaşam dolu beri yandan, bu yaşam doluluğu seviyor anlatıcı, kendi kendine dans edip ölüye reverans yapan bir doktorla uzun süre boyunca karşılaşmayacağını biliyor. Kendini gösterme çabası değil doktorunki, tamamen doğal bir davranış. Anlatıcının tam zıddı. “Benim en büyük korkum ilgisizlikti, fark edilmemek, daha da kötüsü insanları sıkmaktı.” (s. 20) Tam tersini yapıyor o da, durmadan konuşuyor, bu yüzden insanları sıkıp sıkmadığını bilmiyor. Kitapları hakkında pek bir olumsuz eleştiri çıkmamış, bu bir şeylerin göstergesi olabilir. İnsanları şoke etmekten korkmuyor, hatta bir iş görüşmesinde üzerindekileri çıkararak belden yukarısını kamuya sunması işi almasını sağlamış. Birçok belgesel, film çekmiş, birçok kitap yazmış, yönetmenlik yapmış bir adamın bağlantıları defterleri dolduruyor olmalı, işe yarar bir şeyler yaptığı bariz. Ölümü de işe yarıyor, kalçasındaki protezleri keşfeden doktora paslanmaz çelikten iki gece lambası yapabileceğini söylüyor. Kemiklerden kolye, kaslardan kırbaç, beden parçalarından ne üretilebilirse artık. Vücut parçalanıyor, kafatası bir testereyle zar zor kesiliyor, ortaya çıkan beyindeki kararmış bir noktada okurların ara ara merak edip sorduğu o eşsiz hayal gücü gizli. Kesin babadan kaçınma mekanizması o beyin, adam evde terör estirirken kuytuya gizlenen küçük bir çocuk geliyor gözümün önüne, babasını doğaüstü bir yaratığa benzetiyor, sonra bu fikirden sıkılıp hemen bir başkasına geçiyor, adamın burnuna kırmızı bir ponpon oturtuyor, yüzünü makyajlıyor, sinir krizi geçiren bir palyaço işte, tam seyirlik. Bu çocuk sekseninde artık, vücudu deşiliyor ama değişen bir şey yok, zaten anlatıcı da yaşlandığını hiçbir zaman hissedemediğini, sadece vücudunun yavaşladığını söylüyor bir yerlerde. Yüreği düne kadar her türlü maceraya açıktı, gözleri bütün güzellikleri görüyordu, özellikle kadınları. Rio Festivali’nin esas kızıyla geçirdiği rüya gibi bir geceden bahsediyor, birkaç kadından daha bahsediyor, ardından mesele Sylvie’ye gelince duraksıyor. Kadın adama kırk yıl boyunca güldürdüğü için bağlı değil, yaşadıklarının derinliğine değiniyor anlatıcı, birbirlerini tamamlamışlar, zor günleri birlikte atlatmışlar, huzurluymuşlar. Bunun yanında Sylvie bariz sıçışları sormuş en sonunda, adamın cebinden bir otelin faturası çıkınca açıklama istemiş. Kaçamakların farkındaymış, anlatıcı sürekli küçük heyecanların peşindeymiş, çocuk gibi işte. Bir an için sinirlendim, sonra birlikte mutlu olduklarını düşündüm. Bu şekilde mutlulardı, kimin neyi hak edip etmediğini söylemek kimsenin haddi olmasa gerek. Anlatıcı gençliğinden itibaren çok kadını ağlattığını anlatıyor uzun uzun, kendisi duyguları alınmış gibi davranırmış, duygusal olmanın affedilmez bir hata, bir zayıflık olduğunu düşünürmüş, biraz otomat gibiymiş açıkçası. Tehlikeli bir adam bu, benmerkezci, iyi dost ve kötü sevgili, eş.
İş dünyasına dair hikâyeleri de çok hoş, sinemacı olmak için girdiği okuldan şutlandıktan sonra stajyer olarak bir film/TV şirketine giriyor, işi öğreniyor, Yeni Dalga’nın başlangıç noktasında dönemin büyük yönetmenleriyle aynı salonda film izliyor, sonrasında ilk kitabı, ilk filmi geliyor. Öğretmenlik de yapmış bir yerde, sınıfı coşturup bütün okulu sabote etmeye başlayınca bir müfettişe yakalanmış, yol vermişler hemen. Daha da bir sürü anı, biraz pişmanlık, çokça komiklik, şaka.
Yüzeysel bir adam olduğunu da ekliyor, hiçbir şey için pek sabırlı değil. Proust’u doğru düzgün okumamış ama bir başlasa her şeyini anlatır herhalde. Knausgaard’ın da benzer hareketleri var, zamanında bir filozof hakkında -Pascal mıydı, kim olduğunu hatırlamıyorum- bir şeyler söylemiş gazetecilere, sonra söylediklerini Dag Solstad okumuş, bir etkinlikte yan yana gelmişler, Solstad mevzu bahis filozof hakkında konuşmak isteyince Knausgaard kalmış öyle. Her neyse, yazarlar, şairler, düşünürler, Paris, Fransa, insanlar, hepsi organdan organa hatırlanıyor, okurun karşısına bölüm bölüm çıkıyor. Fournier fragmanlarını, yaşamını sunuyor okura. Okunsun tabii, vasiyet gibi bir metin. Şu yazıyor: “Yaşamımı hatırlayın.”
Cevap yaz