Jay Winter – Savaşı Hatırlamak: Yirminci Yüzyılda Bellek ve Tarih Arasındaki Büyük Savaş

Tarafımdan oluşturulmuş bu yorumun tüm hakları kitapyurdu.com’a aittir.

Heykeller, resmî törenler, Cumartesi Anneleri, belgeseller, filmler ve öznel tanıklıklar: “bellek patlaması” Winter’ın Birleşik Krallık özelinde ele aldığı emperyal hafızanın pabucunu dama atarak kolektif yapıların anma biçimlerini doğurdu ve resmiyeti, dayatılan hatırlama yollarını şöyle iyi bir çalkaladı. Anmalarda kadınların yer alması erkek çocukların kozlarını paylaştığı savaşların arka planında nice zorluğa karşı hayatta kalmayı başarabilenlerin temsil edilmesi açısından, “travmatik bellek” bilinci deforme eden psikolojik savaş yaralarının tanımlanmasıyla biçimlenen yeni tarihsel perspektifleri ortaya çıkardığından önemli, Winter özellikle Birinci Dünya Savaşı’yla İkinci Dünya Savaşı arasındaki yirmi yılı ele alsa da 1990’larda çekilen belgeselleri de inceleyerek yüzyılı baştan sona kat ediyor. Kaynaklardan bahsediyor önce: 1860-1880 arasında doğan sanatçılar ve araştırmacılar “belleğin ilk nesli” olarak önemli eserler ortaya koyarak Halbwachs’ın kolektif belleğinin yapıtaşlarını oluşturdular, Woolf’undan Proust’una, Mann’ından Freud’una pek çok sanatçı “pasif bellek”e metinlerinde yer verdiler, böylece tekilliklerden doğan örüntü ortaya çıktı. Ekonomik ve siyasi saiklerin yanında teknoloji de fotoğrafla sinemayı hediye edince dönemin bellek uğraşları beslendi, savaşın sanatsal üretimde yer bulmasının önü açıldı. Belleğin ikinci nesli özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nazilere karşı konumlandı çünkü ülkelerin siyasi kültürlerini yeniden inşa etmek gerekiyordu, gerçi 1968’de gençler bu neslin insanlarından Nazi yanlısı olanlarının ikiyüzlülüğünü ifşa etmek için hikâyeyi baş aşağı ederek belleğin pek işlevsel olduğunu gösterdiler ama “ahlakî tanık” haricinde konuyla ilgili pek bir sabit yok. Öznelliği eleştirilebilir onun da, kısacası her hatırlama her şekilde eleştirilebilir, hatırlamanın nitelikleri ve eleştiriye açık noktalarının değişimini, değişimin dünyayı nasıl değiştirdiğini görüyoruz araştırma boyunca. Primo Levi’yi anmalı burada, metinlerindeki gerçeklere inanılmayacağından korktuysa da mevzu bambaşka yerlere gitti, bellek patlamasının yardımıyla Charles de Gaulle’ün iteklediği “kahramanca direnme miti” yıkıldı, 1960’larda Fransız işbirlikçiler yargılandı. Holokost konusu bu kadar kolay çözümlenemedi, Hitler’in sığınağının dibine Holokost anıtı dikme kararının yol açtığı tartışmalar yeniden doğan Almanya’nın hikâyesiyle Holokost’un uyuşmazlığını gündeme getirdi: ilk bellek patlaması yeni veya eski milletlerle imparatorlukların istikrarını sağlamak için dikilen anıtların temeliydi, bu durum Almanya’yı aşıyor oysa. “Sorun şu ki, Holokost bu tür bir sabit kuşatmaya ya da aslında belirli bir anlam sistemi içindeki herhangi bir kuşatmaya direnir. Primo Levi’yi başka sözcüklerle açıklamak gerekirse, yirminci yüzyıl tarihinde kişinin hiçbir belirgin tutumla ‘neden?’ sorusunu yöneltemediği bir dizi olay, aynı zamanda kişinin onun hakkında tarihsel bağlam veya anlam sorularını doğrudan herhangi bir manada yöneltmesinin imkânsız olduğu bir olaydır.” (s. 44) Buradan kimlik karmaşasına, “Fransız” tanımıyla etnik kimliklerin uyuşmazlığına, Yahudi-Amerikalı olmanın Holokost’u benimsemedeki rolüne değiniyor Winter, “dışlayıcı tarih”le “genellemeye karşı koyan bellek”i kefelere yerleştiriyor. Kapitalizmin bu çatışmadaki aktif rolü, aile tarihlerinin vatan millet tarihlerinin bir parçası haline gelmesi, karşıt kavramların eleştirileri ve savunuları ilk bölümün sonunda ele alınan konular. İkinci bölümden itibaren spesifik örnekler üzerinden ilerliyor metin, savaş şokunun bellek ve kimlik üzerindeki etkisi “somutlaşmış bellek” olarak değerlendiriliyor ilk adımda. “Shell shock” savaşın bedende taşınması resmen, ordu doktorları şaşkın ve kararsız, Freud çaresiz, organ kayıplarıyla birlikte toplumun görmezden gelemeyeceği kadar büyük mesele. Erkeklik, metanet, genel kabulleri silip süpürüyor bu durum, Winter savaş şokuna uğramamış iki eski askerin yaşamlarını özetleyerek travmatik belleğin sınırlarını belirlemeye çalışıyor: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yazarı René Cassin defalarca yaralandığı Büyük Savaş’tan mucize eseri sağ kurtuldu, şok geçirmedi, malum metinlerini yazabildi, diğer yanda Louis-Ferdinand Destouches, daha çok bilinen adıyla Louis-Ferdinand Céline savaştan önce dahi Yahudilerden kurtulmanın gerekliliğinden bahsediyordu, Paris’i işgal eden Almanlara ciddiyetsiz olduklarını söyledi çünkü görevlerini savsaklıyorlardı, kendisi o kadar ciddiyetsiz olmadığı için işbirlikçi olarak vurulmadan önce Danimarka’ya kaçmayı başardı, döndüğünde azıcık kulağı çekildi, o kadar. Savaş şoku geçirdiğini söyledi, meşhur metninde bunu anlattı, külliyen yalan. Sonuçta hikâyelerini anlattılar ve bir sürece yerleştirdiler, havada kalan hikâyelerin bilinçaltında ne acılara yol açabileceğini sezmişlerdi, onların yardımıyla travmatik belleğin savaş anlatılarının biçimlenmesindeki rolünü görebiliyoruz. “Büyük Savaş’tan hayatta kalanlar hapsedici anıların bu anlatımını, parçalanmış ve onarılmış kimlikleri bize miras bırakarak kendilerini yirminci yüzyılın tek olmasa da ilk ‘bellek nesli’ndeki esas kişiler yaptılar.” (s. 92)

Fotoğraf, Büyük Savaş sırasında Yahudiler. Havadan nitrojen bağlama, maddi destek, orduya asker, Almanya’ya her türlü yardımda bulunan Yahudiler yenilgiden önce de pek iyi görülmüyorlardı ama hezimet kesinleşince topun ağzına kondular hemen, suçlanabilecek hemen her açıdan suçlandılar. İstatistikler hikâyelerin doğru olmadığını gösteriyor, Yahudi karşıtlığı temelsiz, yine de özellikle Doğu Avrupa Yahudileri türlü eziyete maruz kaldı. Bernard Bardach’ın cephede çektiği fotoğraflar kanıt, Yahudi köyleri yakılmış, casus oldukları gerekçesiyle asılmayan Yahudiler yol kenarlarında dua ediyorlar, yiyecek arıyorlar, katledilmekten kurtulmaya çalışıyorlar bir de, İzak Babel’in Kızıl Süvariler‘inde de anlatılıyor. “Yaklaşan Alman ordu birliklerinin, yangın ve katliamla azalmış bazı Yahudi topluluklarının kurtarıcıları olarak görüldüklerini söylemek ironi olmaz.” (s. 115) Bellek çalışmalarına katkıda bulunmuş o fotoğraflar, kolektif belleğin oluşmasında yeri büyük. Asker mektuplarında anlatılmıyor muydu bunlar, hayır, mektuplar sansürlendiği için çok az bilgi kalmış geride. “Kültürel bellek” pek çok ögeyle oluşabilir ama savaş bağlamında asker mektupları iyi arşiv, genellikle kahramanlıklar, vatanseverlik, dindarlık öne çıkarılsa da Winter’ın bahsettiği asker mektupları kitabına verilen tepkiler madalyonun diğer yüzünü gösteriyor, İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce Büyük Savaş’ın ardından yayımlanan mektuplarda “düzeltmeler” yapılması, bazı mektupların -özellikle pasifistlerin, Yahudilerin yazdıkları- çıkarılması tarihin nasıl şekillendirildiğini örnekliyor. “Modern bellek” Paul Fussel’a göre Britanyalı askerlerle entelektüellerin savaş edebiyatında ortaya koydukları ironik dili doğuruyor, savaşın anlamıyla doğrudan ilgili: “Savaşın haklı çıkarılıp çıkarılmadığı sorusu Britanya askerlerinin çoğunun anılarında karışık yanıtlar üretti. Çoğu bir anlam ifade ederek başladığına ama yine de hiçbir şey ifade etmeyerek tasfiye edildiğine inanıyordu. O, kuralları olan bir oyundu ve sonra biri kural kitabını yırttı. Oyun asla bir sona varmadı; etrafındaki her şeyi bitirip tüketmeye veya onlara egemen olmaya başladı.” (s. 145) Aynı dil Fransızların metinlerinde yok, ironi yerine haklı bir öfke, ciddiyet okunuyor çünkü muharebe alanlarından uzak olan İngilizlerin aksine Fransızlar kendi topraklarında kan döktüler, şehirleri işgal edildi, korkunç bir gerçekliğin içinde ironinin bozacağı istikrara, kesinliklere ihtiyaçları vardı.

Sonraki bölümlerde yaş gruplarının savaşı anlamlandırma biçimleri, Birleşik Krallık’ın dominyonlarının -zamanında Krallık’ın hakimiyetindeki ülkelerin- savaşlardan sonra göç istatistikleri üzerinden siyasi konumlarının belirlenmesi, belgeseller ve filmler inceleniyor, özellikle dominyonlu bölüme dikiz. Emperyal çaba yüzünden ölenlerin ardından Kanadalılar anavatanla bağlarını zayıflatmışlar, göçler tersine dönmeye başlamış, İngiltere’ye hücum. Bağların tamamen kopmamasında ailelerin hikâyelerini İmparatorluk’la birleştirmeleri rol oynuyor, bir nevi kader birliği. Nihayetinde hakimiyetin meşrulaştırılması için üfürülen anma günlerinin yavaş yavaş ortadan kaybolduğu kesin, İmparatorluk Günü kutlamaları başlangıçta devletin her türlü imkanıyla düzenlenirken ses getiriyordu ama zamanla silindi çünkü asıl anma savaşla, ölenlerle ilgili olandı, yıkılmaya yüz tutanla ilgili olan değil.

Bu metnin okunmasını tavsiye eder, son bir alıntıyla şey ederim: “Bir yer veya kaybedilen evin bir ikamesi olmadan kolektif bellek yok olur.” (s. 200)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!