Sigarayı bırakamadı bir türlü, psikoloğa da gitti ama o elli sayfa veya yüz, bitmek bilmedi. Takıntı, ihtiyaç, her neyse. Eşinin zorlaması bir şey, yaşamın ağırlığı başka bir şey. Sonra âşık olduğu kadını elde edememesi, kadının kardeşini de elde edememesi galiba, üçüncü kardeşle evlenmesi oyun teorisinin modern örneklerinden biriydi. Nash’in Zeno’nun bilincine göz attığını sanmam da hayal kurarım, bilimsel konseptlerin sanat eserlerinde gizlendiğini anlayanlar neleri bulup çıkarmışlardır renklerden ve metinlerden? Mesela nörolojiyle soyut dışavurumculuk arasındaki ilişkiyi irdeleyen Eric R. Kandel ressamların sezgilerini irdeler ve yüz yıllık farkı bir anda kapatır, iki veya üç renk-şekilden ibaret eserlerin zihinde patlattığı havai fişeklerden bahseder, 1900’lerin sonlarına doğru açılan çığırda iki disiplinin birbirinden pek de uzak olmadığını görürüz. Peter Brooks’un psikanaliz ve hikâye anlatıcılığı arasındaki koşutluğu göstermesi de benzer bir yakınlaştırma çabasıdır, mevzunun daha da pek çok örneği var ama akla gelmişken, Brooks’u okumamızı sağlayan Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin fişi çekildi malum, bu konuda emeği geçen ulvi zekâya lanet edelim önce. Ettik, devam. Freud’un edebiyat âlemine katkısını uzun uzun anlatıyor Bloom, burada değinmeye gerek yok. Svevo’nun metnindeki Freud izlerini metnin çevirmeni ve über kurmacaların yazarı Ersan Üldes’in bilgilendirici yazısından aktararak bitireceğim bunu ama önce metinden bahsetmeli azıcık.
Anlatıcının yeğeni “saflığa ve dine yönelik arzusunu” bir kenara bırakarak “bir gençle konuşmaya” başlar, evlenmeye karar verirler, anlatıcıyla eşinin katıldığı yemek evlilik arifesindeki kutlama yemeğidir. Anlatıcı “eski bir ahlaksız olarak” gülüp durur, kadını neyin o kadar çabuk değiştirdiğini merak eder, içgüdüsel olarak iğrendiği yolda hayal kırıklığına uğrarsa büyük felaket olacağını düşünür. Kadın manastıra çekilme isteğini açıkladığı zaman da yemekteki bezgin yüz ifadesini takınmıştır, şimdiyse hayatı boyunca mutlu olacağına dair yeminler eder. Gözlemler derincedir çünkü anlatıcıda doğallıktan eser yoktur, kendi sıkıntısını unutabilmek için insanları incelemeye ve ortaya laf atmaya meyillidir. Yiyip içer, özgürce tıkınabildiği tek yerdir o sofra, eşinin doktordan aldığı izin sadece o yemek için geçerlidir. Anlatıcının kızı Emma konuşulanları dikkatle dinler ve annesinin bulgularını tamamlar, anlatıcıya göre ailesi “zincirlerini hatırlatmak” amacındadır belki, bütün bu farazi düşüncelerden kurtulmak için şarap içer, şarabı bardağına lokur lokur döküp lıkır lıkır içer, içtikçe kızgınlığı artar çünkü kendi zincirini kendi şakırdatmaktadır. “Nasıl kızmazdım? Hayatımın en acınası dönemlerinden birini yaşatmışlardı bana. Korkmuş ve yoksullaşmıştım, hayatımda haplara, damlalara ve tozlara yer açmak için cömert arzularımın her birini ölüme terk etmiştim. Sosyalizm yoktu artık. Benim için neyin önemi olabilirdi, alınan onca aydınlatıcı bilimsel sonuca tezat oluşturacak şekilde, dünya hâlâ özel mülkün nesnesi olmaya devam ettikten sonra? Bu yüzden de birçoklarına günlük ihtyiacı olan ekmek ve insanlığın her bir gününü güzelleştiren o özgürlük payı verilmedikten sonra?” (s. 21) Savunma mekanizmaları devrededir, anlatıcı öfkesini sonradan pek değinmeyeceği dünya ahvaline bağlayarak mantığa bürütür, ailesine duyduğu öfkeyi yemek masasında tıkınan diğer homini gırtlaklara yansıtır, patlamaya hazır bomba gibidir. Yeğeni Giovanni’yle kavgaya girişir, sosyalizmle kapitalizmin mini bir dövüşüdür mevzu. Paraya ihtiyaç duyulmayacağı an bütün parayı toplayacağını söyler Giovanni, anlatıcı yeğenini hemen hapse tıkacaklarını söyler, Giovanni’yse elde ettiği parayla rüşvet verip kurtulacağını haykırır. Bu sırada anlatıcı şarabını içmeye devam etmektedir, kimse ne kadar içtiğinin farkında değildir. Önemli bir şeydir oysa, dünya acısından habersizdir adeta, herkes kendi bencilliğine gömülmüştür, anlatıcı fark edilmemenin boğuculuğunu da hisseder. O sırada kız kardeşi durumu anlar, anlatıcıdan daha fazla içmemesini rica eder ama motor işlemeye başlamıştır bir kere, bardağı çekiştirirlerken herkes kahkaha atmaya başlar, bir rezillik daha. Anlatıcı devrimi düşünmeye başlar, gelinden mücadeleye katılmasını istemek geçer aklından, gerisi şarabın verdiği rehavetin bulanıklaştırdığı akış. Bir ara Anna’yı görür, eşinin arkadaşı Anna’ya evlenmeden önce kur yapmıştır ve her şeyi bu davranışının günahı yüzünden yaşadığını düşünür. Aslında Zeno’nun hikâyesine çok benziyor buraya kadar anlatılan, Üldes’in dediği gibi isimleri değiştirip o kallavi kitabın bölümlerinden biri haline getirebiliriz bu kısacık metni. Neyse, yatma vakti gelir, anlatıcı ilaçlarını alırken eşine üstünlük sağlamak için şarapla alınan ilacın daha etkili olacağını söyleyerek kafayı yastığa vurur. Uyku gelmez hemen, düşünceler peş peşe dökülür. Nefes alıp vermekte özgürdür anlatıcı, ağlamakta özgürdür ama endişe özgürleşince daha gerçek bir endişeye dönüşür, örneğin öfke duymak da özgürlüğün eseridir ama her duygu dönüp dolaşıp ailesine, çevresindekilere veya yaşama varır, duygular etki altındayken ortaya çıkar, başkasının uyandırdığını yaşar anlatıcı. Ertesi gün ailesine kendisini herkesin önünde çileden çıkarmanın sağlığı üzerindeki etkisini sormayı planlar, öyle bir bedenle uyumanın imkânsızlığını genişletir sonra. Bütün organlarını ve uzuvlarını hisseder, bedeni üzerinde bile kontrolü yok gibidir. Vücudunu döndürür ve düşünür: “Yeni bir düzenek keşfetmiştim. Ben yatağı kavramıyordum, yataktı beni kavrayan. Ve hareketsizliğime duyduğum bu sarsılmaz inanç, baskı arttığında dahi katiyen pes etmememi sağladı. Sonra, pes etmek zorunda kaldığımda da bu dayanılmaz gecenin bir bölümünün geçip gitmiş olduğu düşüncesiyle kendimi avuttum, dahası yataktan kurtulmuş olmakla ödüllendirilmiştim, rakibinin kollarından kurtulmuş bir güreşçi gibi özgür hissettim kendimi.” (s. 43)
Bilincin derinliklerine yolculuk ihtimaldir, özgürlük değil. Anlatıcı bedenini nesneleştirdikten, özneliğini yatağa devrettikten sonra eşi ilaçlarını vermek ister, anlatıcı ilacı almanın kötü olduğunu kabullenmek anlamına gelmediğini söyler. Kısa süre önce ne kadar kötü olduğunu haykırır oysa, iyileşmemek pahasına eşinin en ufak yardımını bile reddeder. Anna’yı nasıl terk ettiğini hatırlayarak seçiminin sonucuyla yüzleşir ve uykuya dalar, rüya faslı başlamıştır artık. Kaba bir mağara, duvarlar ve koskocaman bir ortamda anlatıcıyı aydınlatmaya gelmiş tek bir ışık. Sorgulanmak, göz önündelik, utanç. Cam kafesin içine girmesi gerekmektedir, doktoru öyle söylemiştir, eşinin aşkının aptalca olduğunu düşünmüştür anlatıcı, itaat etmeye karar verip vermediği sorulunca doktorun her şeyi para için yaptığını düşünür. Karmakarışık, korkunç bir rüya, düşeceğimiz yere kadar düşüyoruz. “Hayatta kalmak için yalnız başıma savaşmak zorundaydım. Benim beklediğim de buydu. Hiç kimseye fark ettirmeden büyük bir çabaya girişebileceğim duygusuna sahiptim.” (s. 54) Kafesin içine yemektekiler girer birer birer, çıkarlar, sıra anlatıcıya gelir ve adamı davranışlarından ötürü herkes kınar, doktorla anlatıcının eşi yürürlerken kadın şikayetlerini bir bir sıralar, gerisi de Freud’un ellerinden öper. Anlatıcı uyanır, çocukları için duyduğu kaygıyı dile getirir ve perhizine sıkı sıkı uymaya başlar, uysal bir adama dönüşür. Mevzu kabaca bu.
Üldes ne diyor, Svevo’nun Trieste doğumlu olduğundan bahsediyor ki yazarın Orta Avrupalı olduğu, İtalya’nın sıcaklığından çok Schopenhauer, Freud ve Zola’nın etkisinde kaldığı anlaşılsın. Freud’un Düşlerin Yorumu nam metnini Almancadan İtalyancaya çevirmiştir Svevo, moderndir, metnindeki üst kurmaca modern roman için bile yeni ve parlak bir buluş olarak görülebilir. Masadaki tartışmanın Makyavelist-kapitalist çıkarcı zamane insanıyla ideallerine meftun saf insan arasındaki karşıtlığı keskin hatlarıyla ortaya çıkardığını söyler Üldes, Freud’a dair söyledikleri de okurun ellerinden öpsün. Üldes’in sonlara doğru söylediği birkaç cümleyle bitireyim: “Arandığı takdirde elbette her şeye bir sembol giydirilebilir. Ancak Svevo’yu çağdaşlarından ayıran biraz da bu kutsallıktan, gizemden arınmış, artanlamları gereksinmeyen doğrudanlıktır.” (s. 14)
Cevap yaz