Kapaktaki kadın Japon olan sevgili değildir, sevgilidir ama hikâyedeki hangi kadındır bilinmez, belki esas kadın Alma Belasco’dur, belki Alma’nın bakıcısı ve sekreteri Irina’dır. Arka kapakta Alma Belasco’nun Nazi işgali yüzünden Polonya’dan ABD’deki akrabalarının yanına yollandığı, ailenin Japon bahçıvanının oğlu Ichimei Fukuda’yla sevdalandıkları söyleniyor, Pearl Harbor’dan sonra ABD’deki Japonların kamplara kapatılmasının ardından sevgililer ayrılmak zorunda kalıyorlar ve yıllar sonra ortaya çıkan gizemli mektuplar yetmiş senelik tutkuyu ortaya çıkarıyor. Tam böyle değil aslında, mektuplar zaten Alma Belasco’da ve Alma hikâyeyi kendisi anlatıyor Irina’ya, pek gizemli bir durum yok ortada yani. Bir de anlatının tamamı bu iki karakterin arasındaki aşktan ibaret değil, bir dünya yan hikâye var, dolayısıyla metne seçilen isim yerinde değil. Bütün hikâyeleri kapsayan bir isim daha iyi olurmuş sanki, Yüzyıllık Yalnızlık bu konuda iyi bir örnek.
Irina Bazili, Lark House adlı huzurevine iş görüşmesi sebebiyle geliyor, hikâye başlıyor. Irina’nın yaşı yirmi üç, on beşine kadar şehirden şehre dolaşıp durmuş ki o yaştan öncesinde neler yaşandığını ilerleyen bölümlerde göreceğiz, üç geri dönüş bölümü Irina’nın karanlık geçmişini açığa çıkaracak. Kurumun yöneticisi Hans Voigt kendisini geliştirmesi şartıyla Irina’yı işe aldıktan sonra kadın orada yaşayan ihtiyarların gözdesi haline geliyor, içtenliği ve yardımseverliği sayesinde çok sevilen kadına âşık olanlardan biri vasiyetinde her şeyini Irina’ya bıraktığını söyleyerek küçük çaplı bir kriz çıkmasına yol açsa da işler rayına oturunca kovulmaktan kıl payı kurtuluyor kadın, görevini sürdürüyor. İlk bölümlerde Lark House’takilerin yaşamına, sistemin dinamiklerine odaklanılıyor, bir iki hayaletin varlığından da söz ediliyor ama anlatıda hemen hiç görülmeyecek bu hayaletler, kısacası esas hikâyenin ve mekânın altyapısı hazırlandıktan sonra nihayet Alma Belasco çıkıyor sahneye. Aslında orada yaşamasa da olur ama kafa dinlemek, ömrünün son yıllarında geçmişini toparlamak istiyor Alma. Oldukça zengin, aristokrat bir kadın, Irina’yı beğenince iş teklif ediyor ve yardımcısı olarak yanına alıyor. Alma atölyesine gidip çok beğenilen işlemelerini üretmeye devam etse de Down sendromlu asistanı Kirsten işlerin büyük çoğunluğunu devralıp Alma’ya yeterli boş vakti sağlıyor. Kayınpeder Isaac Belasco’nun kurduğu Belasco Vakfı’nın işlerini yine Alma yürütüyor, ihtiyaç sahiplerine yardım kampanyaları düzenliyor bir yandan, dolu dolu yaşadığı hayatından memnun. Torunu Seth’in ziyaretlerine de seviniyor, huysuz değil. Zaman geçtikçe Seth’in Irina’ya duyduğu aşkı harlayacak ve ikisinin bir araya gelmesi için Irina’yı ikna etmeye çalışacak ama daha var buna, önce Alma’nın upuzun geçmişi var. Irina’ya anlatıyor yaşamını, Seth de babaannesinin yaşamından bir roman kotarmaya çalışıyor ama bu da çoğu diğer detay gibi anılmıyor bir daha, havada kalan çok nokta var. Neyse, Alma Mendel Polonya doğumlu Yahudi, savaş çıktığında abisi Samuel gönderiliyor önce, İngiltere’de eğitim alıp savaş uçağı pilotu olarak görev yapıyor. İşler giderek kötüleşince Alma’yı ABD’deki teyzenin yanına gönderiyorlar, anneyle baba Nazi teröründen bir şekilde yırtacaklarını düşündükleri için Polonya’da kalıyorlar, paralarının kendilerini kurtarabileceklerini düşünüyorlar ama sonucu biliyoruz. Alma yeni evinde yalnızlıkla boğuşurken kuzeni Nathaniel’ın dostluğuna sığınıyor, bir de bahçıvan Takao Fukuda’nın oğlu Ichimei var tabii. Fukudalar Isaac Belasco’nun müşfik yardımlarıyla ABD’de dikiş tutturabilmiş bir aile, toprakla uğraşmayı seven Isaac ustası olarak gördüğü Takao’dan çok şey öğrenmiş, okulda sık sık dayak yiyen Nathaniel’ın Takao’dan aldığı judo dersleri de iki aileyi yakınlaştırmış. Ichi ve Alma arasındaki arkadaşlık yavaş yavaş aşka doğru evrilirken Pearl Harbor bombalanıyor, ABD vatandaşı olsun olmasın bütün Japonları kamplara gönderiyor ve iki ailenin yolları ayrılıyor. Kamptaki yaşam, yolculuğun zorluğu, açlık ve daha pek çok detay iyi anlatılmış, Allende’nin mevzuyu iyice araştırdığı belli. Ichi birkaç mektup yolluyor, Alma da yolluyor ama ardı gelmiyor sonra, bir dahaki karşılaşmaları için yıllar boyunca beklemeleri gerekecek. Bu sırada Nathaniel hukuk okumak için Harvard’a gidiyor, Alma’yı da gönderiyorlar ama kadın bohem bir hayat yaşamaya başlıyor orada, evine sanat sevgisiyle dönene kadar gönlünce yaşıyor. Samuel’in ortaya çıkışı tam bir sürpriz, uçağının düştüğü bilinen adam sarhoş kardeşini tokatlayıp kendine getiriyor, hikâyesini anlatıyor. Uçağı Fransa’da düştükten sonra direnişçiler tarafından hayata döndürülmüş, Almanlara karşı savaşmış, İsrail kurulurken üst düzey devlet görevlilerine korumalık yaptıktan sonra MOSSAD’a girmiş, öyle bulmuş kardeşini. Yan hikâyelerden biri bu, tatmin edici bir şekilde bağlanmıyor ana hikâyeye. Ichi’ye dönelim, kamptan kurtulduktan yıllar sonra babasının çalıştığı yere dönüyor, Isaac’in iş teklifini kabul ederek malikânenin bahçıvanlık işlerini kısa süre önce vefat eden babasından sonra sürdürmeye başlıyor. Alma’yla rüya gibi zamanlar geçirse de aralarındaki sınıf farkı, toplumun zenofobisi derken ayrılmak zorunda kalıyorlar. Ichi’den gebe kalan Alma çocuğunu kaybediyor, kendisine ilgi duyan Nathaniel’la evleniyor ve ondan bir çocuk yapıyor. Açık bir evlilik bu, Nathaniel en başından beri Alma’nın Ichi’ye âşık olduğunu bilse de Alma’nın ilk çocuğu aldırmak için Meksika’ya birlikte gitmelerinden sonra evlilik teklif ediyor yine de, sağlıksız şartlarda yapılacak bir operasyondansa öylesi bir evlilik daha iyi. Allende’nin nereden geleceği hiç belli olmayan, ansızın ortaya çıkardığı yan hikâyelerden birinde gördüğümüz üzere Nathaniel biseksüel aslında, âşık olduğu adamla birlikte oldukça mutlu ve Alma’yla evliliğini de paravan olarak kullandığı için rahat. Hastalandığı zaman Alma hemen Nathaniel’ın sevgilisini arıyor, ikisi Nat ölene kadar adama bakıyorlar, aralarında gelişen dostluk Lark House’ta da sürüyor. Toparlayayım, Ichi’nin yolladığı mektuplar Alma’da, Irina bu mektupları okuyarak ve hikâyeyi bizzat Alma’dan dinleyerek yıllarca uzaktan uzağa süren aşkın son tanığı oluyor.
Diğer karakterlerin hikâyelerinden Irina’nınki en acısı belki, anlatacağım ama öncesinde Allende’nin “ortaya karışık” tekniğinden bahsetmek isterim. Allende günümüzün toplumsal problemlerini gayet orantılı bir şekilde dağıtarak hemen her karakterin başına büyük sıkıntıları musallat etmiş. Nathaniel’ın cinsel yönelimi, Irina’nın pedofiliyle imtihanı, Down sendromluların yaşadıkları zorluklar, ne varsa anlatının dengesini bozarak işleniyor, haliyle başka ne dram çıkacak diye diken üstünde bekleyen okur şükür ki şaşırmıyor, acılara gark olmaya devam ediyor. Irina dedim, Moldova’da dedesi ve ninesiyle yaşarken ABD’ye göçen annesinden gelen haberle yola çıkıyor, annesinin yeni eşinin eline düşünce videoları ve fotoğrafları internette dolanmaya başlıyor ve pedofiliyle savaşan FBI ajanlarından biri tarafından kurtarılıyor. Ajan eve gelip anneyle konuştuktan sonra çıkan kargaşayı da dindiriyor ama çocuğu bırakıp neden gidiyor, orası muamma. Irina’nın kurtulduğu kesinse de polis ve sosyal hizmet uzmanı ertesi gün geliyorlar, o zamana kadar istismarcı anneyle babanın yanında neden bırakılır ki çocuk? İlginç. Irina’nın hikâyesi böyle, Ichi’nin Alma’dan uzakta kurduğu aile ve yıllar boyunca yazdığı mektuplar başka bir hikâye, Alma’nın ölümüne yakın görülen hayalet başka.
Aslında Samuel ortaya çıkana kadar iyi bir kurgu, sonrasında o kadar dağılıyor ki toparlayamıyor bir türlü. Karakterlerin çektikleri sıkıntılardan huzurevindeki gelişmelere ani zıplamalar tansiyonu çok hızlı bir şekilde düşürüp çıkarıyor, anlatıya eklenen yeni karakter metni şişiriyor. Dümdüz anlatım. Bilemiyorum. Allende’den okuduğum ilk kitaptı, elimdeki diğer kitaplarını da okuyunca satarım toptan.
Cevap yaz