1993-1994 sezonunda Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenmiş bu metin, yönetmen Selçuk Yöntem, oyuncular Tomris Oğuzalp ve Sadrettin Kılıç. Oyun yani, Yalçın’ın diğer metinleriyle kıyaslanacaksa gözetilmeli. Oyunun romana devrilmişi belki, çoğun diyalog. Başlangıçta aşağıdakilerin yaşadığı yer anlatılıyor, “zamanın fildişi bir renge boyadığı” iki katlı yapının ikinci katı ünlü bir lokanta, geniş balkonu ıhlamurlu ve kiliseli bir bahçeye uzanıyor, balkonun altında da yaşlı çiftin yaşadığı tek kapılı, tek pencereli bir beton kulübe var, epeski. Kirli sandalyelerle dolu bir oda, plastik tabaklar, kibrit kutuları, plastik poşetler, fare kapanı. Bütün bunlara sarı, kirli bir ışık düşüyor, her şeyin dayanılmazlığı biraz daha artıyor. Yukarıdan, lokantadan gelen sandalye masa sesleri, gürültüler dolduruyor odayı bazı, ışıkla birlikte dökülüyor. Sahneye oyuncular geliyor nihayet, anlatıcı Yaşlı Erkek ve Yaşlı Kadın diyecek, biz isimlerini öğreneceğiz konuşmalardan, Fuat ve Belma. Anadolu Tiyatrosu’nun bir zamanlar büyük sükse yapmış oyuncuları dönüp dolaşıp o beton mezara girmişler, lokanta sahibi iyi yürekli ama odun kişinin yollattığı yiyeceklerle besleniyorlar, kirayı da almıyor adam, ölene kadar orada yaşayacaklar. Fuat bir zamanların büyük oyuncusu, Dümbüllü kimmiş, Naşit kimmiş, hem klasik oynarmış hem geleneksel, “Şaksiper” dediği adamın adını Belma düzeltince “Şekspir” belliyor da anlıyoruz kendini pohpohladığını. Anadolu turnelerine çıkmaktan unutturmuş kendini şehirde, Anadolu Tiyatrosu bu yüzden kapanınca şipşakçılık yapmış, hıyar satmış, en sonunda düşmüş betona. Jönmüş, kimler kimler koşmuş peşinde, çok da iyi oyuncuymuş, geriye repliklerden başka hiçbir şey kalmamış. Atatürk ellerini sıkmış, devlet büyüklerine izletmişler oyunlarını, en sonunda “Devlet” adını verdikleri adamın eline bakar hale gelmişler. Devlet her gün iki tas yemek gönderiyor yukarıdan, kaşık yetmeyince elleriyle yedikleri oluyor bazen, didişiyorlar, altmış yıllık evlilikleri iki tabak yemek yüzünden yıkılacak gibi oluyor fakat görüyoruz ki yıkılmak için çok yaşlı bir evlilik, ne kadar dövüşseler, kavga etseler de dimdik durmaya devam edecek, birbirlerinden başka yaslanacakları hiçbir şey yok. Yaşamlarındaki bütün oyunların toplamı: iki kişilik gösteri, oynar gibi yaşamak, kediler, yıllar içinde kaybolan insanlar, demansın hafızada açtığı gedikler, kimsenin hiçbir şey söylemediği nadir anlarda ortaya çıkan gerçek tepkiler, gözyaşları, nefret, bir dolu kibrit çöpü. Sembollerle örülü bir hikâye bu: “‘Yakmaya çalışma istersen artık. Belki de yanıp kül olmuştur hepsi. Belki de en güzel, en mutlu günlerimizi yakıyorsundur yanlışlıkla.’” (s. 5) Fuat her kibrit çöpüyle bir yokluğu ortadan kaldırmak ister, yeni bir şey katamıyorsa olanı yok kılamaz ama daha katlanılır bir acıya dönüştürmeye çalışır. Kibrit söndüyse hemen ardından umut dolu rüyası gelecektir, kendini çoktan tüketmiş olmasına rağmen Fuat’ın kim bilir kaçıncı kez anlattığı rüyada bir yazar çalar kapılarını, Aktörler Kralı Fuat Anadolu’nun yaşamını yazmaya gelmiştir, heyecanla sandalyeye oturup evi inceler gibi uzun uzun bakar etrafa. Ustaların yaşadıkları ev aslında yavaş yavaş öldükleri evdir, rüya böyle karalanıp biter, üst kattan gelen gürültüler doldurur evi. Şimdiden kaçmak için geçmişe yolculuk eder Fuat, mutsuzluğa rastlaması da mümkündür ama gidebileceği başka yer yoktur. Ölüm döşeğindeki annesinin sayıklamalarını duyar bir ara, elini son kez öpmek için geri dönmek ister ama turnededir, oyunu bırakamaz. Onlarca yıl sonra annesinin çağrısını tekrar duymaya başlamıştır Fuat, gitmek ister de Belma bırakmaz, ara ara patlayan öfkesi muhtemelen bu yüzden. Yeteneksiz bir oyuncuyla evlendiğini, sanat için harcadığı ömrün karşılığını alamadığını düşünür, Belma’ya çıkışır, itmeli kakmalı kavgalar da ederler, sonra bir sakinleşme ânı ve şimdide kalmaya devam.
Belma bir Fransız lisesinde okurken tanışmıştır Fuat’la, tiyatro aşkı bütün hayatını değiştirmesine yol açmıştır. Hayranıdır Fuat’ın, paslanmış sesin gürlüğü yitmemiştir, ne ki heba edilmiş zamanın da farkındadır: “‘Sana hayranım Fuat, inan bana,’ diyor, ‘şu yaşa geldin, birinci sınıf bir aktörsün hâlâ; büyük, çok büyük oyuncuların kumaşı var sende. Ama gel gör ki, o boktan… gezginci… salaş tiyatrolarda harcadın dağ gibi yeteneğini son yıllarda… Boşuna akan çelmeler gibi akıp gittin… O kadar aktın, aktın da bitmedin bir türlü…’” (s. 19) Eşiyle öpüşmek, sevişmek hatta çocuk yapmak bile ister. Anneliğini unutmuştur, ölmeden bir kez daha anne olmaktan bahseder ama kızlarını hatırladıkları zaman yeni bir hüzne kapılırlar: Almanya’ya göçen kızdan uzun süredir haber yoktur, torunları merak ederler, bir de kızdan kumpanya dağılmasın diye istedikleri 50 mark meselesi vardır ki en çok buna takılırlar. Kuş kadar parayı yollamamıştır kız, o günden sonra iletişim dahi kurmamıştır. Yalçın’ın metinlerinde anneye veya babaya yardımcı olmayan çocuklarla ilgili mevzular var, Fareyi Öldürmek‘teydi galiba, tek başına yaşamaya çalışan baba dava açmıştı da kızından nafaka mı ne alıyordu, bu olayların Yalçın’daki karşılığını merak ettim. İşte, Belma güzeller güzeliymiş bir zamanlar, Greta Garbo’ya benzetirlermiş de fabrikatörler, bilmem kimler peşine takılırlarmış ama Fuat’a tutulmuş bir kere, ne yaşarlarsa yaşasınlar eşinden vazgeçmemiş. Gerçeklikleri ayrışmış olsa bile böyle, mesela Atatürk anısının uydurma olduğunu söylüyor Fuat, rüyasında gördüğü bir şeymiş, Belma’ya göreyse gerçek. Şalter atıyor böyle anlarda, ne yapacaklarını bilemiyorlar: “Sonra birden az önce söylediklerini unutmuş gibi oluyorlar, birbirlerini ilk kez görüyormuşçasına, sen de nereden çıktın böyle der gibi şaşırmış, darmadağınık bakıyorlar.” (s. 33) Bambaşka bir noktaya atlıyorlar genelde, Belma’nın kedilerine diyelim, Fuat sadece kendi karınları doyabiliyorsa eşinin kedileri nasıl beslediğini merak ediyor. Dilencilik. Belma ara sıra Ağa Camii’nin önünde dilendiğini söylüyor, oradan gelen üç beş parayla kedilere ciğer alıyor da hayatı katlanılır kılıyor. Belma’nın daha sıkı bağlar kurduğunu söyleyebiliriz, kedilerinden eşyalarına pek çok şeyi bir arada tutmaya çalışarak canına sıkı sıkıya sarılıyor, Fuat’ı hayatta tutan bu biraz. Sonlara doğru canlandırdıkları bir sahnede repliğini söylerken düşüp kalan Fuat’ı yalvar yakar döndürmeye çalışıyor Belma, ölümün nihayet geldiğini düşünüp yaş döküyor ama görüyor ki uykusuzluk sadece, yaşlılık, dermansızlık. Hastalıklar yüzünden paltolar satıldı, bahçeli ev elden çıktı çoktan, kumpanyanın oyuncularından hayatta kalan yok, bir can var ki çıksa sefillik de son bulacak. Chopin çalıyor diyelim akıllarında, yedikleri yemeklerin kokusu geliyor, seyircilerin alkışları, Almanya’dan ziyarete gelen kızın getirdiği plastik çiçekler, üvey ve öz annelerin çabaları, çiçeklere düşkünlük, yazarın yanında gelip hemen işe koyulacak heykeltıraş, büyük aktörün aslında beş para etmez sanatı, aktrisin adının hep ikinci sıraya yazılması, evi basan lağım kokusu, hayali telefon konuşmalarıyla ayarlanan kral daireleri, gidilecek oyunlar, görülecek şehirler, perdelerin tekrar açılıp kapanması, hastaneye yatma isteği, kovulma korkusu, hepsi bir fırtına halinde döne döne giriyor metne, karakterlerin bitikliğiyle sarmalanıyor. Üç kere dram. Fuat’ınki daha bir dram, oynadığı bütün o büyük adamların hamuruna sahip olduğunu düşünüyor, o yüzden hiçbir şeyden korkmadığını söylüyor, etrafta dolaşan fareler hariç.
O anlardan biriyle bitireyim, arızayla: “Yaşlı Kadın gülmeye başlayınca, Yaşlı Erkek de gülmeye başlıyor; bakıp bakıp birbirlerine mutlu gülüyorlar çok ve soluk soluğa kalıyorlar, dinlenir gibi duruyorlar sonra bir süre, donmuş gibi kımıldamıyorlar.” (s. 47)
Cevap yaz