Ayşegül Bostancı – Dünyamın Dibi

Gerçeküstü, yer yer tuhaf kurguya da dokunan öyküler, iyi. Öykü evreninin dinamiğini apaçık sergilemek, kötü. Karakterin lüzumsuz bombaları da kötü, klozete yapışık saçları çişle suya düşürmeye çalışmanın manası az çok belli, haliyle şuna gerek yok sanıyorum: “Yalnızken oynadığım anlamsız oyunlardan biri.” (s. 9) Yalnızlık, oyun, anlam, hiçbiri önem kazanmayacak ileride, araya kakılmış sadece. Uzatmaları da gereksizliğe katabiliriz, çiş faslı bitmek bilmediği için esas mühim olan saç faslına geçene kadar yorgunluk. Hikâye orada başlıyor, uzun girişten sonra, anlatıcı kıçından, kulaklarından, her yerinden eşinin kara, kıvırcık saçlarının çıktığını söylüyor. Bir zamanlar küçük bir çocuk geziniyormuş evde, kim olduğu ya da nasıl göründüğü belirsiz, çocuk evden gittiği gün başlamış saç fışkırması. Yangından sonra. Gerisi neredeyse saçtan bir ev, patolojik yas sürecinin kopardığı iletişim, geçmişi nihayet hatırlayan anlatıcının faciayı yavaş yavaş somutlaştırması. Yanan odanın girişinde saçlardan örülmüş bir kapı var, anlatıcı cebinden en keskin makasını çıkarıp kırt kırt kesiyor da giriyor odaya, kenarı yanmış halıdan çocuğun gülümsemesini çıkarıyor, duvarlardaki isten alevleri hatırlıyor, koku ve sesten kendini odanın dışına atarak kurtuluyor. Saçlardan bir kuyu oluşuyor yerde, anlatıcı kibriti çakıp oğlunun çıkardığı yangını çağırıyor. “Hayal gördüğümü düşünerek doğruluyorum, her günkü görevimi yerine getirmek üzere yatak odasına yürüyorum.” (s. 12) Şimdi bunları bilmek istemiyorum ben, yangından sonra saç mevzusunun pörtlediğini bilmek de istemiyordum ama sonrasında tuhaflığı destekleyecek kadar gizem kalmıştır diye rızamızı ürettik, tamam fakat bu kadarına hayır. Karakterin gerçekliği sorgulamasına doğrudan değini ne işe yarar, ancak okura güven duyulmadığını gösterir, okuru aydınlatmaya yarar, başka bir faydasını göremiyorum ki bu da fayda değil aslında, tuhaflığı tuhaflık olmaktan çıkaran bir falso. Böylesi bir kurguda tuhaflıklar içinde var olan, gerçeğin neliğiyle hiçbir şekilde ilişkisi bulunmayan, bulanık bir dünyanın neferlerinin eylemleri o dünya tarafından açıklanmalı veya açıklanmamalı, karakterlerin akıl yürütmeleri sadece o dünyanın işleyişi üzerinden yürümeli, böyle olmayacaksa da aşırı anlatmaya yüz vermemeli. Schweblin’in öyküleri iyi örnekler, bizde de Firdevs Ev var, şu an aklıma gelen en iyi örnekler onların öyküleri. Firdevs’in kitabı Vedat Türkali adına verilen ödüllerde uzun listeye de girdi geçenlerde, umarım alır ödülü de âlem öykü görür. Neyse, dank diye çıkarmamalıyız yani ne işlerin döndüğünü, fantastik bir dünyada geçen klasik hikâyelere dönüyor güzelim mevzu. Her günkü görevden kasıt eşin saçlarını kesmek, tanıştıkları an o saçlara âşık olan anlatıcı ne yazık ki dünyasını kaplayan saçlar yüzünden boğuluyor, eşine göre hep aynı donuk gülümsemeyi taşımak da bıkkınlık verici, ayrık acılarını bir kılamadıkları için evlilik de boğulmuş gibi görünüyor. Malum odaya gittikleri zaman saç köklerini yaktırıyor kadın, böylece onca saçın altında kalan oğlanı çıkaracaklar. Bir şeylerin bir şeylere denk gelmesiyle bitiyor öykü, saç deliliği oğlanın saçlarıyla ilgili, tamam.

“Yetmiş İki” eski takvimleri biriktiren anlatıcımızın geçmişi kurmasıyla alakalı bir öykü. Takvimlerde özel günler işaretlenmiş, bir sürü not düşülmüş, randevulardan faturalara tarihî bir muhasebe. Başkalarının takvimleriyle dolu duvarlardan taşan hikâyelerin peşinde anlatıcı, tanımadığı insanların geçmişlerine dahil olduğunu düşünüyor, bir tür oyun. Bir not var ki tüylerini diken diken ediyor: biri âşık olduğu günü yazmış, zamanın durduğunu ve takvime ihtiyacının olmadığını söylemiş. Hemen ardından şu geliyor: “Takvimler, onlara sahip olan insanlar hakkında çok şey söyler. Hele benim gibi hangi yılda, kaç yaşında olduğunu bilmeyen, geleceği olmayan insanlara…” (s. 22) Neden? Yani neden böyle bir ipucu? Sonradan yine takvimlere dönüyoruz, avanak bir kargocuyla girilen uzunca diyalog sağ olsun, bu bombayı unutuyoruz ama bir kez yedik artık. Bir takvim gelmiş yeni, Aralık’a kadar her sayfasında aynı fotoğraf var: anlatıcıyla yanındaki kadın ve eski bir teleskop. Anlatıcı o teleskopa aşina, takvimin arkasındaki notta Satürn’e bakmayı unutmaması yazıyor, bunlarla hiçbir ilgisi olmayan anlatıcı haliyle şaşkın. Ne yapacak, takvime düşülen notlardaki direktifleri yerine getirip şimdisinden çıkacak ama o süreci de ansiklopedi maddesi gibi açıklayacak sağ olsun. Şöyle biraz daha karanlık, kapalı olsa bu öykü mesela, geveze kargocunun gevşekliğine daha az maruz kalsak, her şey biraz daha az tanımlansa on numara beş yıldız öykü. Bostancı’nın okura güvenmediğini söylemek aşırı yoruma kaçabilir, bilemiyorum, bu tür metinleri sevenlere Daniel Kehlmann’ın metinlerini de öneriyorum çünkü aklıma geldi. Gitmeliydin‘i meşhur ama ben En Uzak Yer‘i önereceğim, keşke tekrar basılsa da hayatından kaçmaya çalışırken dünyanın bilinen işlerliğini de takır tukur bozan adamımızın acayip halleri dilimizi yine ele geçirse. Cümleyi kes.

“Adagio” iyi, kitaptaki en iyi öykü olabilir. Savaş diye bir şey var, öyküdeki savaş bu bir şey olan savaştan, yani başı sonu belli olmayan, kronik bir hastalığa dönüşmüş, toplumu inim inim inletmiş, ne idüğü belirsiz bir savaş, öyküye cuk oturan. Bu da açıklansaydı “meh” diyecektim, demedim. “Hepimiz açık hava hapishanesine dönmüş bu şehirden ölesiye korkuyoruz artık, kelimenin tam anlamıyla. Eskiden ölesiye korktuğum ne çok şey vardı. Şimdi hepsinin toplamından bile daha çok kork… Bunu yazmak istemiyorum, o duygunun ne bana ne diğerlerine faydası var.” (s. 31) Yaşa, iyi ki yazmadın. Kabusundan bahsettin, işte, mayına basmışsın da dimdik duruyormuşsun, ayakların karıncalanmış, azıcık Vian estiriyorsun, olsun. Sessizliği bozmanı söylüyor birileri, bütün doğa dile geliyor neredeyse, bozacaksın sessizliği. Diye hitap ettiğim Mona günlüğüne yazmayı bırakıyor, anlatıcı değişiyor haliyle, şehrin karlı ve karsız halinden savaşın -ayrıca ölülerin- farklı yüzlerini görüyoruz, ardından Mona’nın müziğe düşkünlüğü geliyor. Çellosunu alıp sokağa çıkıyor kadın, ürkek birkaç notadan sonra kendine geliyor ve daha gür sesler çıkarıyor artık, insanların cesareti de daha gür, gelip dinlemeye başlıyorlar, müzisyenler enstrümanlarıyla eşlik ediyorlar, ölümün ortasında bir direniş. Emekli keskin nişancının dürbününden çok güzel görünüyor, nişancı bu güzelliği fark etmeden açık hedefini indiriyor aşağı, bu yüzden altı yıldır müziğe boğularak yaşıyor. Bu geçiş, öykünün ortasındaki ağır değişimle sağlanmış, kolay bir yöntem olarak iki bölümde iki bakış açısı iş görürdü ama böylesi daha zor, iyi de kotarılınca başarı. Adamımız müzikten kafayı yiyeceği sırada çareyi buluyor, doğruca Mona’nın altı sene önce durduğu yere gidiyor. Arkada “Cehenneminiz burası” yazan bir duvar, önünde bir hayalet çello dikiliyor, Mona’nın çaldığı müziği susturmak için gömmek lazım. Nişancı kazıyor çukuru, içine giriyor, müzik kesildiği zaman Mona’nın heykeline bir, müziğe iki. “Müstehzi” sırıtması fazlalık, tanrıya sevinçten uzun uzun teşekkür etmesi de fazlalık ama temposunu buldu öykü, es geçebiliriz lakin tepesine dökülen sıvı betonu ne yapacağız, bilemiyorum. “Yeniden doğmuş gibi uyanıyor masum uykusundan. Sanki topraktan yaratılmış ve sonsuz cennetine kavuşmuş gibi. Toprak düşmanın olsa da bulduğu sükûnete değer. Çukurun dibinde, yukarıdaki ağaçların salınan dallarına, dalların arasından sızan güneş ışığına bakarak geriniyor, gözlerini kısarak esniyor uzun uzun. Üzerine doğru gelen sıvı betonu görmüyor. Açık ağzından içeri giren beton, yemek borusundan midesine, soluk borusundan ciğerlerine doluyor. Kısa sürede taş kesiyor, vücudu lanetlenmiş bir heykele dönüyor.” (s. 42) Eh.

İyi başlangıç, türe hürmetten ve yazarın iyiye meylinden ikinci kitap da okunur.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!