Doğu’nun havasını suyunu yekten verip okuru diliyle böylesi kovan metin azdır, oranın insanının yansımasıysa çok çok iyi zira asker köyleri basmıştır, eşkıya katliam yapmıştır, köyler arasındaki çatışmalar yüzünden falan insanlar göç etmek zorunda kalıp dillerinden olmuşlardır, tamam, öbür türlüsü gezi tozu niyetiyle yola çıkıp orada kalmış, dilini İstanbul’dan götürmüş ve yerelliğe hiç bulaşmamış birinin çattığı hikâyeler bir yersiz yurtsuzluk dayatıyor okura. Birkaç örnek: “Tezekent”te bir âşığın anlatacağı hikâyeye hazırlanırız âşıkla birlikte, yerleşiriz, sazın teknesini kucağımıza oturturuz, heyecanlı bekleyişten nasipleniriz az. Yeni bir yerleşim yerinin, Tezekent’in kuruluşuna şahit oluruz, birlikte yaşayamayan insanların ayrılığı iç burkar ama komşuluğun, dostluğun sürmesinden teselli buluruz. Kürtlerle Ermeniler arasındaki yakınlık yeni nesillerle birlikte yok olmaya başlar, kan çıkar bir süre sonra, nihayet aileleri tekrar bir araya getiren düğünde taraflardan biri kayışı koparıp Ermeni bir gencin ölümüne yol açar, sonra Ermeniler Tezekent’i basıp kim varsa öldürürler. Sadık Aslan’ın Tor Hikâyeleri‘nde değindikleri şaşırtmıştı beni, bizim Nurullah Hoca’ya sorduğum zaman adam mahcup bir şekilde öyle şeylerin gerçekten yaşandığını söylemişti. Kürtler köyleri basıp Ermenileri öldürmüşler, Ermeniler karşı saldırıya geçmişler, devlet olaya el atınca durum malum. Neyse, âşık hikâyeyi anlatıyor, dediği: “‘Dünya var olduğundan bugüne anaların acısı yeryüzünde hep var olmuştur. Âşık’ın yüreği nasır bağlamıştır acıdan. Çünkü bir ömür boyu anlattığı, hissettiği hep budur. Siz bir kere dinler, üzülürsünüz; iyi ki ben yaşamadım bu acıları diye avunursunuz, gider sıcak yatağınızda uyursunuz. Âşık kendiyle götürür her gittiği yere, bin kez yaşar…’” (s. 100) Âşığın kaderi anlatıyı zenginleştirir, açar, âşığı kapar ama. Nedir, hikâyenin bir kısmı sözledir, bir kısmı sazla sözledir, bir de âşıkçadır. Burada âşıkçalığa ne biçim ne dil açısından rastlanmıyor, sanki başka coğrafyanın insanlarının anlayacağı şekilde hazırlanmış bir belgeselden parçalar izliyoruz. Ermenilerin Dikran var, Kürtlerin Sultanali var, ikincisi birincisini öldüreceğini söylüyor arkadaşına, arkadaşı, “Sen gerçekten aklını oynatmışsın!” diyor. Demez yahu, kim der böyle bir şey, böyle bir şeyi kim böyle der, mümkün değil. Ben “bura”nın eskimiş diliyle anlatılan “ora” hikâyelerini okurken bunaldım çünkü dil oranın zamansallığını, toplumsallığını, toptan yaşamsallığını -bence- taşımalıyken kötü işlenmiş bir gerçekliği yansıtıyor bir, âşık da “oy alam oy balam” diye inliyor anca, fazlası yok. “Atımla Ben”de aynı meşrepten bir sahne var, kasabadaki yarışa katılmak isteyen çocuk atına çok iyi bakacağını, şöyle edip böyle yapacağını anlatıyor, babası da atın yarış atı olmadığını, kaybedeceğini anlatıyor uzun uzun, nihayetinde ikna oluyor ve çocuğun başını okşayıp başarılar diliyor. Toplantı odasında oturmuş, şirketleri birleştirmeye çalışan patronlar sanki, bir el sıkışmadıkları kalıyor. Ötesi berisi yine iyi, çocuğun atı yarışa hazırladığı ve dağ tepe rüzgâr gibi uçtuğu bölüm hoş. Son paragrafı alayım: “Orada, o görkemli posta binasının önünde, bir atı daha geride bıraktığımızda, atımın ön ayakları birbirine dolanıyor, çöküyor; çenesi sert parke taşlarına çarpıyor. Fırlıyorum üzerinden, işte tam o zaman, çığlıkların, bağırıp çağırmaların içinde atımın bana bakan korku dolu gözlerini görüyorum…” (s. 75) Hani karakter Batı formasyonuna ucundan ilişmiş mi diye bakıyorum, yok, tamamen kırsal. Anlatım biçiminin tercih edilmesindeki nedeni arıyorum yani, bir şey bulamıyorum, canım iyice sıkılıyor. Aşırı yerellik değil aradığım, biraz yerellik. Olay örgüsünün dışında da bir şeyler bulmaya çalışıyorum, cık. Aslında “Şerul’da Beklemek” gibi öyküler Özkılıç’ın sesini tam bulduğu öyküler, şehirden biraz çıkınca sarsılmaya başlayan anlatının yeri taşra değil. Şerul’un yağmur altındaki tasviriyle başlıyor öykü, başlamasa hatırımız kalırdı, Şerul’un doğal ve yapay halinin tokuşmasını görmeden olmazdı, mekanın şulu bulu, şöyle genişçene bir kurulumuyla başlamayan öyküye öykü mü derim ben, mesela geçende bir yazarın röportajında gördüm, mekanın karakterler için ne kadar önemli olduğundan, mekan kurmanın faziletlerinden bahsediyordu, kitabını direkt okunmayacaklar arasına koydum kafamda. Keskinliklere, mutlaklara çarpa çarpa yaralanıp çıkıyoruz öykülerden yahu, nasıl kani olunuyor bazı şeylerin bazı şekillerde olması gerektiğine, hiç anlamıyorum. Evet, Yurdagül çok güzel bir kadın, eri basıp gitmiş, babası ölmüş. Geçinmek için iş arıyor Yurdagül, aksi halde diğer kadınlar gibi Trabzon’a, Iğdır’a filan gidip bedenini satacak yaşamak için, eskinin -Stalin’den imzalı nişanlara sahip dedesinden çıkarırız eskiyi- rahatlığı zerre yok. Yurdagül de ona buna pabuç bırakacak insan değil, dik duruyor. Mirza’ya da eyvallahı yok, bu adam Bakü’de, Şerul’da otel sahibi, güçlü biri, kancayı Yurdagül’e atıyor da sıyrılamıyor artık kadın, Mirza’nın mekanında takılan komutanla birlikte yemek yiyor, odaya çıkıyor, arada dedesini anarak komutana vatanı sattığını ima etmekten geri durmuyor. Kendi bildiğince kurtuluyor o durumdan, acı son. Diğerlerine göre daha iyi hikâye, daha oturmuş bir yapı, acı sergisi değil, daha öykü. “Dünyanın Çığlığı K…” tam sergi, etrafındaki insanların dilini konuşamayan bir kadının bebeğiyle birlikte hayatta kalma mücadelesinin son adımları. Kadın çığlık çığlığa, adam insanlıktan çıkmış, bebek karların içinde donmak üzere. Çığlık uzaya yayılır, milyonlarca benzerine karışır, son: “Siz duymadınız; bütün kent, bütün köy, bütün dünya, bütün insanlar bu çığlığı. Yine kulaklarınızı tıkadınız, yine geçip gittiniz…” (s. 95) Yavan, sıradan, atölye ödevi. “Yârım İstanbul’u…” kızla ananın zor yaşamlarından bir kesit, ana genç bir adama kapılanıp rahat etme derdinde, kızsa İstanbul’a göçmüş eşinin yolunu gözlüyor ama adam dönmeyecek besbelli, İstanbul’u mesken tutmakla ilgili mevzunun temeli. Tarlada çalışıyorlar anayla kızı, başlarındaki bunlara ekşiyor sık sık. “Kes artık,” diye bağırıyor herif, kız, “Mikrop!” diyor buna, anası, “Kahretsin!.. Bıktım artık!” diyor. Yani lanet olsun adamım, cehennem olup gitmek varken neden patron götü yalıyorsunuz, kimsenin kıçını öpmeden yaşayabilirsiniz oysa.
Orta karar öyküler var, az. “Kadana”da askerden aldığı sakat atları iyileştirip satan adamın silahı çekip vurmadan önce iyice baktığı, emek verdiği ama iyileştiremediği at var, adamın çocuğu o atı çok sevdiği için ölümünü de istemiyor ama zeytinyağları heba edilmiş atı iyileştirmek için, zaman harcanmış, yapacak bir şey yok. Kısacık öyküde sallanacak bir yan yok, orta kararlığı bundan. “O Tay’dan Gelen Yabancı” eksiğine gediğine rağmen yine görece iyi. Nehrin öbür tarafından sabaha karşı gelen adam yıllar öncesinin iç burkan ayrılığını dindirmek için orada, Ermeni annesini bulmak için O Tay’dan kalkıp gelmiş, tehlikeyi umursamamış nihayet. Anne gençken ölümden kurtulup gelmiş oraya, yeni bir aile kurmuş, çocukları adamın gelişine çok sevinmişler çünkü durmadan kanayan yara kapanmaya yüz tutacakmış artık. Küçük oğlan, Aras berbat ediyor işleri, askerlerin köyü basıp adamı aramalarına yol açıyor, ecnebi tohumunu aklınca geri postalıyor. Söylediği evlere şenlik yine: “‘Bak, ben bir an önce defolup gitmesini istiyordum. Artık dayanamaz olmuştum. İsteseydim elime teslim ederdim jandarmaya, anladın mı? Hayatımızdan çıkmasını istedim, o da çıktı gitti, bu kadar basit!’” (s. 40) Sınıra yakın bir köyde yaşayan veletlerden birisin, dilin maşallah. Eh, olmadı tabii. Okumayı burada bırakmam lazımdı ama kitapları yarıda bırakacak kadar yaşlanmadım henüz.
Çok ucuza bulursam okurum Özkılıç’ın diğer metinlerini, başka türlü el atacağımı sanmıyorum.
Cevap yaz