Elçin – Cengiz Han’ın Taşları

Tutturduğu uzaklık karakterin cins hezeyanlarını göstermez, soğuktan dondurmaz da. Usul usul anlatır, çizgiyi bozmaz, fantastiğe kırabilir çarkı, akarı kokarı yoktur, ezberi bozmaz ama can da sıkmaz. Kendi kulvarında iyi bir öykücüdür Elçin. Ölüm Hükmü nam romanını üniversitede aşırı Türkçü bir hoca okutmuştu, sıkıntıyla elime aldığım kitabı ideolojik borazanın sesini kısınca mutlulukla bitirmiştim, aslında “borazan” tabiri Elçin’in tiplere döndürdüğü komünist karakterler biraz daha derinlikli olsa, görüşler arasındaki denge kurulsa aşırıya kaçabilirdi, o haliyle kaçmıyor. Ha bu öykülerde zurnanın zortu yok mu, var olacakken yok, çok dolaylı bir eleştiri var, psikolojik çıkarımlarla yumuşatılmış diyeyim, içeriden bakınca her şey hafifliyor en azından. “Mezarlık Hikâyesi”ndeki Kıyas Bey mesela, üç yılda sayısız müdür gelip gitmiştir de Kıyas bir gelir, yedi yıl kalır orada, demir yumrukla değil de katılıkla yönetir memurlarını. Ziba Teyze Dağ Yahudisi ama Azerilerden daha iyi konuşuyor Azerbaycan dilini, oğlu Semyon ailesiyle birlikte İsrail’e, kızıysa ABD’ye taşınmış, ikisi de analarını çağırıyorlar ama Ziba gitmiyor, o mezarlığa gömülecek. Şölü’yse izinlerini ilkokul öğretmeni olan kızını görmek için kullanıyor, uzaklardaki köye gidip gelene kadar bir günü geçiyor yolda, döner dönmez Kıyas’ın hayt huytlarına katlanmak zorunda kalıyor. Belirli aralıklarla süslenen, çiçeklenen mezardan kendine anlam çıkarması bir yan hikâye, Kıyas’la yaşadığı esas hikâye: Bir gün sessizlikten işkillenir Şölü, gidip amirinin odasını kolaçan eder, bakar ki Kıyas don atlet sigara içmekte, boş bakışlarla bir şeyler aramaktadır. Şölü’yü görünce hemen yanaşır, başının kadının göğüslerine yaslar ve ertesi gün nikah dairesine gitmek istediğini söyler. Mezarlar çiçeklenir, Kıyas ölüm korkusuyla kökten değişir, 1970’lerden itibaren mezarlık olarak kullanılmaya başlanan mekanda SSCB sonrası en somut değişimleri görürüz. Gündelik yaşama yayılmıştır, göze girmez, makuldür, müjdelidir biraz da, bağımsızlığın sevincini duyurur. Tüm öykülerin medyanı olduğunu da söyleyebiliriz, bu durumda “Cengiz Han’ın Taşları”nı uçlarda bir yere koymamız gerekir çünkü neçe öyküdür bu, matraktır, gerçekliğe şapalağı indirir. Anlatıcı ailesiyle birlikte 13. katta yaşıyor birkaç yıldır, işine gidip gelirken bu yüksek binanın asansörünü kullanırken 13 numaralı düğmeye bastığı zaman aklına kötü bir şey gelmediğini biliyoruz, asansöre dönüşür dönüşmez düşünmeye başlıyor bunu. Kendisi Sümerleri araştıran bir akademisyen, tanrılar ve mitoloji anlatısının orasından burasından fırlayıp durumunu aydınlatıyor. Yani hayat ve ölüm muamma, insanlar tatmin eden veya etmeyen açıklamalarla bu muammayı çözmeye çalışmışlar ama asansöre dönüşmek mevzubahis olmamış hiç, anlatıcı kendi anlamını üretip hayatının artık Allah’ın değil, elektriğin elinde olduğuna karar veriyor, karanlıkta kaldığı zaman nereye gittiğini merak ediyor. Cengiz Han muhabbeti buradan: Savaşa giderken her asker bir taş atarmış yere, dönenler yerden bir taş alırmış, yerde kalan taşların sayısına göre kayıplar ortaya çıkarmış. Elektrik gidince yerdeki taşa dönüyor anlatıcı, elektrik varken eldeki taşa. Bir yere bağlamıyor gizemi, asansör olmaklığından ders çıkarmıyor, asansörlerin duygu dünyalarına dair akıl yürütmüyor, aslında şikayeti de yok gibi. Çocukları asansöre binince babalarının çantasını buluyorlar, herkes anlatıcının bir şekilde ortadan kaybolduğunu kabulleniyor, enstitüdeki gıcık başkan bile. Asansör olan bir insan görülmemiş şey, havada kalan öykü görülmüş şey olduğuna göre sorun yok, hikâye yerli yerinde, gerekçesiz asansörlük yeterince doldurulmuş. “Bu da Böyle Bir Hayat İşte” aynı salınıma sahip, bedeninden -dıkş- atılan adam neden atılmıştır, neler olmaktadır, belli değildir. Bir gece uykusundan uyanır, görür ki yataktaki adam kendisidir, adamın yanındaki de eşidir ama kendisi kendisi değildir, o adam kendisidir ama kendisi gibi davranmaz çünkü o kendilikle bu kendilik arasında bir yaşamlık fark vardır, anlatıcıyı kimse görmez, duymaz, adam özgürlükle hapisliği birbirinden ayıramaz. Elçin’in buluşu olağandışı bir olayın sırf tuhaflığını anlatmak değil, düşünsel sonuçlarını öne çıkarmak, karakteri dönüşüme uydurmadan sorgulatmak, kesin sonuçlara varmamak. Evet. Adamın rüyalarında gardaki insanların yüzleri bembeyazdır, gerçekte de bembeyazdır ama gerçeğin ne olduğunu kim bilebilir o dıkştan sonra, varlığın/bilincin devindiği yüzey gerçekse öteki nedir? “Geceleri barınağıma döndüğümde artık çocukların yattığı odanın kapısını açarak onları izlemek içimden gelmiyordu ve ilk başlarda bende vicdan azabını andıran bir duygu oluşmaya başladı, fakat sonra bu duyguyu da kendimden uzaklaştırdım.” (s. 24) Ebru Ojen’in bir roman boyunca döndür döndür anlattığı mevzu bir cümlede tamam işte, öyküyü alıp olduğu gibi romana koyarsak taşacak hatta. Böylesi fantastik olmayan öykülerden biri “İntihar”, görünün ve görünmeyenin hikâyesi, on numara. Ebi karabasandan kurtulduğunda ateşler içindedir, bağırarak fırlar yataktan. Annesi Zehra sakinleştirir çocuğu, Arslan’ın kim olduğunu sorar, oğlunun Arslan’la ilgili sorusunu anlamsız bulur. Yıllar sonra ortaya çıkacak bir gizem, şimdilik adım adım izliyoruz Ebi’yi. “Aynı sonbahar gecesinin sabahında Ebi, yani Abdül hastalanmadı ve o sırada altı yaşında olan Ebi de, Zehra da Arslan’ın kim olduğunu on yıl sonra, yani Ebi on altı yaşına gelince öğrendi, fakat aradan geçen on yıl, esrarı ve büyüsü on yıla sığmayacak bir on yıldı, bu sürede kasaba halkı da, hatta sigarayı artık bırakmış olan Şakir’in kendisi de ona Ebi değil, Abdül de değil, Ağa diye sesleniyordu.” (s. 29) Babası Şakir’e sigarayı bırakmasını bir kez söyler Ağa, baba bırakıverir. Arslan ileride eniştesi olacaktır Ağa’nın, Şakir damadına para vermekten bıktığında Ağa yine uyarır, paranın esirgenmemesini ister zira Arslan kısa süre sonra ölecektir zaten. Geleceği görme gücünü edinir kısacası, etrafındakileri hayretten hayrete düşürür Ağa, devlet büyükleri bile evine gelip ondan akıl almaya başlar. Bu anomali etrafında dönse yine kısır kalmaz, aynı düzlemde genişleyebildiği kadar genişlerdi hikâye, Elçin yine ilginç bir numaraya başvurup Ağa’yı okutuyor, üniversiteye yolluyor ama kodamanlardan biri Ağa’yı falcılık iddiasıyla attırıyor okuldan, bilim dışında hiçbir şeyi yol bilmemek o dönemin devlet politikası işte. SSCB yıkılmadan önce rejimi öve öve bir hal olan kodaman yıllar sonra, bu kez yıkılana söverek çıkar ortaya, Ağa’nın kapısına gelip hiçbir şey olmamış gibi yardım ister. Evet, bulunduğu kurumun başına geçecektir ama aynı gün ölecektir, Ağa’nın söylediklerini içten içe korkuyla dinler de küfrü basıp çıkar gider oradan, sonuç malum. Çeşitlemeler uzayıp gidiyor da Ağa’nın yüzleştiği ne o ara, yakınlardaki Âmâ Güzel Kız’ın mezarında gökyüzüne bakmak. Sonsuzluk var, insan değişmiyor, öyleyse neden o yetenek? Kız’ın gökyüzüne bakıp hiçbir şey görmediğini hayal ediyor Ağa, kendisi görebiliyorsa belki de görmesi gereken son şey Ay’dır, neden olmasın, insanların gözünden geleceklerini okuyabiliyorsa Ay’a bakıp gördüğü ortadan kaybolmasına yol açacak bir enginlik taşıyor olabilir. Bunun bir benzeri de kafayı matematikle bozan adamın hikâyesinde var, adam Her Şeyin Teorisi’ni bulduğu zaman gidip çay içmek ister, müdavimi olduğu mekanda dünyanın en büyük buluşunun insanları nasıl değiştireceğini düşünür. Herkesin kendi anlamını keşfedebileceği bir formüldür matematikçinin bulduğu, Tanrı’ya çelme takmakla aynı şey. Eh, Tanrı bir insan kılığında ortaya çıkar, yallah uçurumdan aşağı. Şiirdir bu formülü ortaya çıkaran, matematikçinin şair eşinin yazıp okuduğu bir şiirden doğan zihin açıklığı sayesinde olmuştur olan. Ne incelik, Elçin’in hikâyeye kattığı boyutlar kanlı canlı öykülere dönüşüyor, başarılı.

İyi, denk gelen okumalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!