Beş yılda yazıldığını üslup farkından anlayabiliriz, gerçi yıl sayısının beş olduğunu anlayamayız ama zaman farkı kesin. Daha iyi nasıl anlayabiliriz, sonda “1986-1991” ibaresi vardır, “Hah,” deriz, “beş yılda yazılmış.” Enis anlatının başında hatırlama oyunundan bahseder, sentaktik oyunla eğleşir, oyun üzerine oyunla kurar metni, hafızaya dayandığı için şeyler, tam bir hikâye çizgisinden, anlatım netliğinden, genel bir belirginlikten söz açamıyoruz, olmayan şeyin sözünü olmayan şeyin olmadığını söylemek için açabiliyoruz. Ölüm de var zaten, kaydırıyor çizgisel olan ne varsa. “Anlar azalıyordu, azalan yakınlıkla. Artan tedirginlikle, ölümün eşiğinde. Tehlike! Bırakma zamanı! Sonra kala kala tek bir an kalacaktı, dehşet anı. Önünde, bekleyen, bomboş! bir an. İçinden çıkılması imkânsız olacak bir. Yeyip yutacak bir. An. Ne?” (s. 11) Eşyalarla algılanan bir anne, eşyaların yer değiştirmesine yol açmasa yok, Enis’inki kusursuz bir tekbencilik gibi görünüyor desem doğrudan çerçeveleyeceğim adamı, başka türlü görmek zorlaşacak da buraya sokayım şimdilik, Thomas Nagel’ın Her Şey Ne Anlama Geliyor?‘undan alıntılayayım: “Şeylerin nasıl olduğu hakkında (size ya da başka birisine ait) doğru bir görüş olanağının bulunmadığı bir durumda, dünya hakkındaki izlenimlerinizin doğru olmadığına ilişkin düşünceniz anlamsızdır.” (s. 21) Şeylerin olduğu gibi olduğundan şüpheye düştüğümüz noktada kendimizden yola çıkamayız, kendimiz de bir şey olarak nirengi noktası olmaktan uzaktır, haliyle sonsuz bir şüpheciliğin içine hapsoluruz. Enis ilk bölümdeki bol sikli ve vajinalı hikâyesini cinsellikten bir sabit çıkarabilirmişçesine anlatırken nesneleri olduğu gibi değil de bilişsel yapısınca, muhtemelen nörolojik arızasıyla, hatta ölmüş veya ölümle zihinsel anlamda bütünleşmiş bir çocuğun düşünceleriyle kuruyor. Sıradan bir anlatı bekleyemeyiz çünkü anlatıların çoğu “aklı başında” anlatıcıların kurduğu sıradan biçimlerden ibarettir, buradaysa daha imgesel, çarpık, gerçeklikle bağı kopuk bir anlatım biçimi mevcut. Başarısız bir örneğini Aras Ören’in Yansımalar ve Sonrası nam metninde görebiliriz, karakterin kendindeliğiyle yanılsamaların barizliği arasında sonradan çözümlemeli bir ilişki ne kadar uyumsuz görünüyorsa Koç’un baştan sona uzanan çatlağı o kadar bütünleşmiş duruyor Enis’le, dile sirayet eden, düşünceyi kuşatan bir patoloji. İyi. Annenin karnı burnunda, baba ortada yok, dükkânda hasılat tavan, zenginlik akıyor paçalardan. Enis’in gündelik yaşamındayız henüz, anlaşılabilir eylemlerin yavaşlığına karşı iç monoloğun üfürmelerinden doğan fırtına esip gürlüyor. Krizin başladığı an. Anne kötü durumda, çocuk geliyor, Enis geçiştirmeye çalışıyor çünkü annesine öfkeli mi ne, kimseyi çağırmadığını söyleyince taksi çağırmasını istiyor anne, yok helikopter çağırsaymış Enis, aslında en iyisi bir sandığa koyup denize salmakmış annesini. Doğuruyor anne, ne yaşadığının farkında. Enis bir olanağın içindeymiş gibi duyumsuyor kendini, bir anlatı fırsatının kıyısında. “Kahrolası! ‘Ölüyorum,’ diyemez miydi? Böylece babamın öcü de alınamaz mıydı? Ama öfke bana yakışmaz. Ben. Sanki kendimi anlatıyorum. Uzatmayalım. Bana da geleceğiz, misafirliğe. Önce onu gönderip rahat edelim. Öfke, dedik. Oradan devam ediyoruz.” (s. 14) Bu bölümdeki ayrıntıların çoğu sonraki bölümlerde pek bir anlam ifade etmeyecekse de sıralayalım, anne sigortalı olmak için dükkânı Enis’in üzerine geçirmiş, kendisini işçi olarak göstermiş, böylece yakınlardaki sigorta hastanesine gidebilecek. O zenginlikte uğraşılacak şey mi bilmem, para var sonuçta, evde Meryem adlı hizmetçi dolanıp duruyor işverenlerini memnun etmek için. Ambulans geliyor, Enis hemşireyle hemen fantezi dünyalarına dalıyor, hastanın üstünde altlı üstlü yuvarlanıp sekslenmeceler, bir hareketler. Gelenlerden biri Enis’in tavırlarından rahatsız oluyor, ilerleyen kısımlarda kapıya polisle gelip kuytuya çekecekler çocuğu. Genci. Bebeği. Enis’in yaşı tam kaç? Anne gidiyor, Enis kısa süre sonra hastaneye geleceğini söylüyor ama gitmiyor, telefon da etmiyor, anne zaten eve dönmüyor bir daha, âşığıyla kaçmış olabilir. Bu öznel bir gerçeklik, çoğundan sadece biri, diğer taraf hikâyenin sonlarına doğru ortaya çıktığında annenin oğluyla vedalaştığını, bavulunu alıp sevgilisine gittiğini görüyoruz, Enis için travmatik bir deneyim olduğundan mı bunca çarpıklık? Meryem’le gıda temelli bir ilişki kurmuş Enis, kadının kıçı ve memesiyle yapmak istediği şeyler var ama önce sosisle yumurtanın kalitesini test etmeli. Kötü. Çay soğuk, şeker karışmıyor çaya, daha kötü, tam çıkışmalık. Bahar’ın geleceğini hatırlayınca sakinleşiyor mu Enis, yok, kız geç kaldığında regl olabileceğini düşünüyor, bir de kahvaltı sonrası sigarasını içemediği için sıçamadığını. Bahar’ı çağırmamış olması önemli değil, kız ihtiyaç anlarında ortaya çıkıyor hep, dış dünyaya ait her şey gibi o da Enis’in emrine amade. Metne gökten düşenler arasında Bahar ve arena var, bunları bir kenara not almalı: “Pencereye gittim. Arenaya baktım. Yeni bir oyunun hazırlıkları yapılıyordu. Bir süre usta mahkûmların hareketlerini seyrettim. Artan tozun ve uğultunun içinde, sahneyi tasarladım.” (s. 21) “Ruhsal enfeksiyon” geçirip geçirmediğini merak ediyor Enis, tam bu noktada Enis’in kafadan çatlaklığının çekici olup olmadığını düşünen okura diyebilirim ki annelik müessesesinin pekçe eleştirilmesi, Enis’in dilindeki biriciklik, üstüne hikâyenin de dikkat uyandırması, evet, çekici kılıyor bu delilikle horon oynayan anlatıyı. Horon tepilmezmiş, oynanırmış, Hemşinli bir arkadaşım öyle söylemişti. Evet, Enis neliğine dair iyice şüpheye düştüğünde dokuz aylık olduğunu söylüyor ama yine şüpheli, adından bile emin değil, oğlan çocuğu olduğu kesin çünkü siki var, toplumsal cinsiyetten bihaber olduğunu hatırlayalım. Kundaklıyor da kendini, hasta olduğu zaman iyice sarıyor üstünü başını, aslında basbayağı bir gerileme bu yaşadığı, savunma mekanizması takır tukur işliyor da duyuyoruz sesi. Ölecek mi, çok hastalanıyor bir anda Enis, annesini arıyor ama kimse yok, Meryem’i arıyor ama kimse yok. Zilin sesiyle uyanınca yeni karakter giriyor anlatıya, Ali, Enis’in üniversiteden arkadaşı. Yakın gibi görünüyorlar, aralarına giren mesafeden Enis haberdar değil. İdil de hastaymış, onu söylemeye gelmiş Ali, bir de İdil’le görüştüklerini. Enis için bir darbe daha, eski aşkı ve arkadaşı görüşüyorlar, sevgililer, ölüme bir adım daha. Sahne değişiyor, mikro eylemler: çorap giymece, Meryem’in odasına gitmece, ardından sandığı eşelemece, annenin odasındaki sandıktan relikleri çıkarıyor Enis, babanın eski pijamaları, biberon var mıydı bilmiyorum, eşyalar bir anlama gelirmiş gibi yapıp öylece, taş gibi duruyorlar, hiçbir şey vermiyorlar dünyaya. “Farklı bir dünyadan gelmiş ve benle hiçbir ilgisi olmayan, artık izi de kaybedilmiş bir yaratığın eşyalarını inceliyor gibiydim. Kafamda tek uyanan büyüklüğe ilişkin bir kavram oldu; soyutlamaya bu kadar direnmeleri karşısında sabrım taştı.” (s. 42) Hikâyeleştirmeye öylesi gelmezler, Enis’in karanlığını öylesi dağıtmazlar ki hemen yabancılaşır Enis, başka bir dünyadan geldiğini zanneder, sahip olduğu, yaşantılarıyla doldurduğu uzam elinden alınmış gibi hisseder. Ardından evi basarlar, polislerle hastabakıcı hemen ıssıza götürürler Enis’i, polislerden birinin dediğine göre sünnet edecekler. Merhaba kastrasyon anksiyetesi, merhaba cehennem, elveda feza. Freud’un verilerinden bakıp okumak isteyenler için şüphesiz ki cevher bu metin, hikâye anlatımı açısından da öyle, temponun sıklıkla değişip anlatıyı tökezletmesi Enis’in ruh durumlarına bağlanırsa kolaya kaçılmış olur diyeceğim, emin değilim, yine de tercih olduğuna dair sanım yok, olumsuzluk olarak göreceğim.
Hamdi Koç’un bu metninden sonraki metinlerine dair iyi şeyler söylenmiyor, elimde yoksa alıp okumam, bu metnin başarısı kalsın aklımda.
Cevap yaz