Güney Dal – Gelibolu’ya Kısa Bir Yolculuk

Dal bir Gelibolulu olarak Gelibolu’yu anlatıyor. Önemlidir, bir yerde eve dönmeli ve bulamadığımızı hikâyeleştirmeliyiz. Şart değil, ben nostaljik anlatıları sevdiğimden söylüyorum. 1960’larda oralar nasıldı mesela, ne cins insanlar yaşıyordu, askerin gölgesi nasıl düşmüştü halkın üstüne, görmek iyidir. Burak’ın yaşamından gördüklerimizle anlatıcının gösterdikleri arasında mesafe olması daha iyi olurdu, hele sondaki üstlü altılı kurmaca taklası olmasa başımın üstünde taşıyacaktım kitabı, olmadı. Ney, istidacıya yazdırılan dilekçe Gelibolu’nun tarihine uzanan, geçmişin meşhur insanlarını tokuşturan bir fantazyaya dönüşür, sonda Burak’ın kurmacasına evrilir, okuduğumuz metnin ilk bölümlerinden cümlelerle sona erer, başa dönen final hesabı. Kurgusal gerçeklikte Burak’la ayyaş arkadaşı, ambulans şoförü Kerim’in denk geldikleri bir adamın evrakıdır aslında o bölüm, böylece kurgu içinde kurgu, bayat numara. Ayrı bir metin olarak değerlendirilebilirdi, üslubu çatırt diye çökertip buraya atlamak anlatıyı cortlatmış. Özellikle ilk bölümlere ve yerel ögelerle dolu şahane hikâyelere odaklanacağım, asıl kıymet orada. Burak’ın hikâyesi de gereğinden uzun gerçi, adamı debelenip kirlendiği yerden geri döndür, akraba akraba, sokak sokak dolandır, modern zamanların sıkıntılarını bir de Burak üzerinden keşifmiş gibi verme, tamam aslında. Nermin de işin içinde, gerçi dünyadan haberi yok, Burak’ın kalbini hoplattığını bilse oturur matematik çalışmaya devam ederdi herhalde. Ortaokul çocukları. Burak düşünüyor, o sivilcelide ne bulduğunu bilmiyor ama hayatı kayıyor yavaştan, bütünlemeye kalır kalmaz sevgisini dile getiriyor. Galiba seviyor kızı, oradan hemen kaçmaları lazım, aşklarına engel olurlar çünkü. Kimsenin onları tanımadıkları bir yerde evlenirler. Nermin şaşırıyor, Burak’ın yüzüne dehşetle bakıp çığlık çığlığa ağlamaya başlıyor, matrak. Nermin ortadan kayboluyor bir süre sonra, okula annesiyle gelip gitmeye başlıyor, Burak normale dönüp derslerine çalışıyor bir güzel, yallah İstanbul’a. Üniversite tamam, memurluğa başlar başlamaz intihar etmeyi düşünüyor çünkü memuriyet başka bir şey vermez insana, süper intihar hayalleri kurdurur, o sıkıntıyı aşmanın başka yolu yoktur. Şahsen ben o sıkıntıyı alıp bir öyküye sıkıştırdım bambaşka bir bağlamla, güzel oldu. Böyle sıkıntılara ihtiyaç duyuyorum, ilk yıllarda çok geçmeden istifa etmek için planlar yapıyordum ama bir de baktım ki on yılı devireli olmuş bayağı, standardı bozmaya niyetim de kalmamış, o zaman intihar hayallerine devam. Bankacılığın yükselmeye başladığı yıllar, Burak basamakları birer birer çıkıp dünya para kazanmaya başlıyor ama huzuru yok, yönetim kurulundaki generallerle bakan eskileri sıkınca New York’taki pozisyonu bir düşünmüyor değil, ne ki annesini geride bırakması zor. Tam o sıkıntının göbeğinde dolanırken Keriman ablanın mektubu geliyor memleketten, Nermin sormuş Burak’ı da abla mektup yazmış işte, bir dünya martavalın arasından görünen gerçek. Kafesinde bir müddet daha dolanıyor Burak, kanatlarını açmak isteyince sararmış mektubu resim yığınının altından çıkarıyor, ver elini Trakya Garajı. Annesinin evinden zor kurtulmuş, kırk üç yaşına kadar debelenip durmuştu, taşındığı çatı katı da yetmeyince denizin akılda kalan rengini tekrar görmesi gerek. Yolda Şehmuz’la tanışıyor Burak, adamın teresçe sözlerini dinliyor: “Sigara tazelemesi gereken anlarda susabiliyordu. Anlattıkları pamuğun artık para getirmediği, çünkü fiyatları hükümetin özellikle düşük tuttuğu, Ortak Pazar’a neden girip giremeyeceğimiz, Başbakan’ın ve partisinin Adana’da gücünü iyice yitirmeye başladığı, Irak Savaşı ve Saddam üzerine oldu.” (s. 23) İntihar hakkında bir fikri yok Şehmuz’un, Allah esirgeye, zaten intihar ne alaka onca tatavanın arasında. Eski otobüslerin küllüklerini hatırlayan varsa beri gelsin bu arada, ben çok küçükken içmek yasaklanmıştı ama hatırlıyorum duman altı ortamı, insanların sigaralarını koltuk arkalarındaki küllüklere pıt pıt vurduklarını. Doksanların başında mıyız, öyleyiz, Burak sardığı ressamlığı, bankadaki işini, annesini geride bırakarak geliyor, kasabada bir bayram havası yoksa da teyzeleri heyecanla karşılıyorlar adamı. Nermin hakkında bilgi: kocası sığırın tekiymiş, nikahsız eşlerine yedirdiğini yedirmiştir de büyük miras bırakmış Nermin’e, güzel. Resim yapmayacak, titanyum beyazından kızılcık kırmızısına bütün renkleri kullanmış zaten, şimdi hatırlaması gereken çocukluğunun rengi.

Dal esas oğlanı Gelibolu’ya döndürür döndürmez kentten geçenlerin hikâyelerini sıralamaya başlıyor, örneğin Sabatay Sevi zamanında takılmış oralarda, Darius bilmem ne yapmış, Argonotlar oradan geçerlerken adalardan birindeki kadınlara takılıp zaman kaybetmişler, Pîrî Reis uzaylılarla orada anlaşıp da çizmiş haritasını. Yakın tarihe dönelim, azınlıkların birer ikişer göçmelerinin hüznü de giriyor anlatıya, Avram ve İstavroz şöyle bir uzatıyorlar kafayı. “Dinî bayramlarında Avram’ın annesinin ellerine tutuşturduğu ‘hamursuz’ları kemirirken bir yandan da top koşturdukları evin hemen yanındaki boş arsada şimdi çoğunu tanımadığı başka çocuklar vardı.” (s. 42) Boza satan Moiz Amca, Avram’ın babası acaba göçtükleri Arjantin’de de satıyor mu o buruk içkiyi, Arjantinliler beğenmiş midir? İstavro neci, babasının manifatura dükkânı var, durumları iyi. Mahalle takımının kalecisi İstavro, uçmaktan çekinmiyor, takımı sırtlıyor. “Kasap” Kerim önüne geleni biçtiği için korkutucu ama o da iyi oyuncu, takım şahane. İstavro’nun Amerika’ya gittiğini duyuyor yıllar sonra Burak, Atina’daki akrabalar da Müslüman bir kızla evlenmek isteyen İstavro’yu baba dehşetinden kurtaramayınca istikamet okyanusun ötesi. Kerim orada ama hâlâ, Burak insan kaçkınlığından ötürü yakayı kurtarmaya bakıyor ama Kerim iyice salça, bırakmıyor bir türlü, ambulansına bindirip rakılı kafayla gaza bir basıyor, kaç ölümün kıyısından döndüler belirsiz. Rasim Amca var bir de, berber, Burak’ın babasıyla arkada rakı içip muhabbet ederlermiş zamanında. Burak’ı çağırıyor şimdi de ne konuşacak Burak, kaçkınlığa devam. Teyzelerinden kurtuluş yok ama, on numara konsept oluşturmuşlar, gelecek misafirin adının ilk harfiyle başlayan kitapları, filmleri, sanat eserlerini belirleyip muhabbet ediyorlar onlar üzerinden. Küçük, tatlı delilikler. Benim en sevdiğim şu santralli hikâye oldu, kitabın en bombastik kısmı olabilir. Bir zamanlar trafo falan yine var da benzinle mi çalışıyor, öyle, bayağı bomba sesi çıkararak işliyormuş o motorlar. Sabahın köründen akşamın makul saatlerine kadar böyle, elektrik sağlamak için daha iyi bir yol yok o sıralar. Da, o bombalar patlayınca kulakları haşat ediyor tabii, mahalleli bağıra bağıra konuşuyor sessiz yerde de. Alay konusu, laf edenlere kıl oluyorlar, gelsinler de santralin dibinde yaşasınlar bakalım. O sıralarda KBB’ci var hastanede çalışan, babadan zengin ve işine bağlı olduğu için parayı bastırıp en son teknoloji aletleri almış, elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyor insanlara. Bu mahallenin durumunu öğrendikten sonra araştırmalara başlıyor, bakıyor ki son derece anormal bir mevzu var kulaklarla ilgili, hemen evrimli teknolojik bir teori üfürüyor doktorumuz ve İstanbul’dan hocasını çağırıp bir de ona baktırıyor. Hoca duyuşla ilgili sonuçlara inanamayınca doktor aletleri üreten firmaya ulaşıp mühendis göndermelerini istiyor, ölçümde sorun varsa düzeltsinler. Orada da sorun yok, resmen yeni bir tür oluşmuş Gelibolu’da, patpat motorlar kaldırılana kadar olağanüstü bir fenomen. Diğeri de askerlerin boğulmaları, Doğu’dan gelenler denizi ilk kez gördükleri için büyüye kapılıp açılıyorlarmış da dibe çekiliyorlarmış, her hafta birkaç ölüm haberi gelirmiş kıyıdan. O askerleri de anıyor anlatıcı, gençliklerine doyamadan ölenler için saygı duruşu. Aslında pek çok şey için. Hatıralar, gençlik, yazmaya değer ne varsa.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!