Gül İrepoğlu – Fiyonklu İstanbul Dürbünü: Giysilerin Penceresinden

Orta-üst sınıfın İstanbul serüvenlerinde rastlanacaklar listesi: köşk, keşfedilecek bahçe, tatlış komşular, reçel, yazlık, kışlık, otomobil (opsiyonel). Geçtiğimiz yüzyılın ortalarında bunlar var, dedelerin fesli fotoğrafları, yapıcıya -“yıkıcı” olarak da geçiyor, bakış açısı, yitene bakış- verilecek arsa için tutulacak yas, gezmede tozmada istikamet Beyoğlu, bilmem nerelerden alınan soslu moslu tatlılar, tuzlular, tadı damakta pörtleyen yiyecekler, ülkenin kırk yılda geçirdiği değişimlerden başı dönen yaşlıların suskunlukları, coşkuları, muhtelif. İrepoğlu kıyafetler üzerinden anlatıyor her şeyi, modayı takip edenlerin toplumla imtihanından Burda‘nın verdiği patronlarla çıkarılacak elbiselere genişçe bir yelpaze. Anı/roman olarak tanımlanmış metin, bence anı, romanlık bir durumu yok. Azıcık kurgulandığı söylenebilir, buradan dolgu malzemesi niyetiyle kullanılmış kötü diyaloglara varırız ve hemen topuklarız çünkü o nedir, skeçlerden önce vaziyeti beyan eden söyleşmelerden hallice konuşmaları görmezden gelsek geçtim eksilmeyi, metnin kalitesi artıyor resmen. Alacağımız kod çok az, anlatıcıyla teyzesi arasındaki konuşmalarda mesela, sıradan bir iletişme var ama babayla diyaloglar iki nesil arasındaki yakınlık farkını açığa vurduğu için önemli. Babasına “siz” diye hitap eden kız, kızının pantolon giymesini istemeyen, orasını burasını “göstermesinden” rahatsız bir baba, üstelik dansa kaldırmaya gelen çocuğu dehleyiveriyor çünkü gözü tutmamış. Kadını gölgelere iten baskının örnekleri serpilmiş metne, bir örneği: anlatıcının annesiyle babası Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra baba hemen taş koyuyor eşinin yoluna, hani adliyelerde falan çalışma koşulları ağırmış, çocuğa bakılacakmış falan, öğretmenlik daha iyiymiş. İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başlıyor anne, eşinin ortaklarıyla kurduğu hukuk bürosunun kapısından girmiyor. Farklı okumalara açık bir metin kısacası, olaylar ağırlıklı olarak Bostancı’da geçtiği için ben anlatıcının çocukluk ve gençlik yıllarını daha bir merakla okudum, bildiğim izlere rastlar mıyım diye bakındım ama nerede, 1990’larda büyüdüğüm Bostancı’nın zerresi yok. 1960’lardan itibaren ortam öyle bir değişmiş ki tarihî eserler haricinde hiçbir şey tanıdık gelmedi. Bir de Çamaşırcı Deresi var, o zamanlar anlatıcı ve ailesi sahile denize girmeye giderlerken kötü kokuyu alıyorlar, “pis kokan incecik su” akıyor denize. Genişlemiş, daha da pis kokar hale gelmiş, kelle görmüştüm o derenin ortasında ben. Kurbanlık kesmişler, atıvermişler hayvanın kafasını. Boncuk atan tabancalarla vurmaya çalışmıştık kelleyi, şimdi o dere ıslah edildi biraz, yine pis kokuyor da o kadar değil, daha incecik akıyor. Bostancıbaşı Köprüsü’yle ilgili belgesel hazırlamış İrepoğlu, çocukken o köprüden geçtiğinde düşünür müydü, aklında kitaplar, elbiseler, ailesi vardı bir. Marmaray’a bitişik şimdi o köprü, Çamaşırcı Deresi’nin üzerinde. Başka yok, evlerinin bulunduğu caddeyi biliyorum ama koca koca apartmanlar dikileli çok oldu oralara, bahçesi köşkü hayal oldu. Hayrullah Kefoğlu Anadolu Lisesi’nin arkasında uzanan caddede koskocaman köşk -mü o- koskocaman bahçenin içine yayılmış, anlatıcının büyüdüğü oyun parkı da denebilir. Çok ciddi oyunlar tabii, annenin giydiği kıyafetlerin renkleri, teyzenin dikiş kutusunun cümbüşü, ninenin mücevherlerinden yansıyan ışıklar derken uzun süreli bir keşfe dönüşüyor yaşamak, anlatıcının bütün algıları ateşler saçarak çalışınca zihinsel gelişim uçuyor tabii. Çocukluğunda piyano dersleri alırken meşhur bestecilerin büstleri izliyor tepeden, onların kıyafetlerine bile bakıyor çocuk, düşleminin harekete geçtiğini hatırlıyor. Tipik uğraşlar, piyano derslerinden sonra bale dersleri geliyor, çocuğun hiçbir sanat dalında ustalık derecesine erişemeyeceği ortaya çıkınca eğitime abanıyorlar, sonucu biliyoruz: Prof. Dr. Gül İrepoğlu. İstanbul Erkek Lisesi’nde okumaya başlayınca zaten tamam da rol modellerinden biri çoktan girmiş o yola, teyzesi İstanbul Üniversitesi’nde akademisyen olarak çalıştığı için ortamlara çok küçük yaşlarda girmiş anlatıcı, Sultanahmet’teki eve gelen hocaların arasında büyüdüğü söylenebilir, öyle ki kendisi de akademiye girdikten yıllar sonra okulda karşılaştığı hocalar küçük kızla konuşurlarmış gibi mukabele ediyorlar, ilginç.

Dönemin ruhunu o sosyoekonomik perspektiften görmek isteyenler için ilginç bir metin, benzerlerinden pek ayrışmadığı için sıkıldım ben, sadece bahse değer noktaları aktarıp bitireceğim. Anlatıcının annesinin adı Türkân, ailesi Türkân Şoray’ın ailesiyle aynı mahallede oturuyor, oraların en tanınmış ailesinin kızı pek çok açıdan örnek teşkil ettiği için, isim yani. Anlatıcının çocukken uydurduğu tatlı şiircikler var, teyzesi o şiirleri yazıp okula götürürmüş, Tanpınar her denk geldiklerinde sorarmış küçüğün yeni bir şiirinin olup olmadığını. Anlatıcının annesiyle babası alyanslarını devlete bağışlamışlar, uzun süre renkli renkli yüzükler takmış annesi, yıllar sonra yüzükleri tekrar alıyorlar. Devletini seven insanlar, baba üniversiteye başlayan kızına olaylara karışmamasını tembihliyor sık sık, kızın mimarlık okumaktan başka isteği yok. “Önce Tünel Meydanı’ndan sağa dönüp dedesinin eczanesine gidilecek. Basamaklı kaldırımdan Yüksekkaldırım Yokuşu’nun ortasındaki eczaneye doğru inerken envai çeşit çalgı dükkânı, karşılıklı. Vitrinlerine göz atıyorlar, annesinin akordeonuna benzeyen, sedefli çalgılar, üçgen sedefle penalarına bayıldığı cilalı ahşaptan İspanyol gitarlar, kıpkırmızı elektro gitarlar, biçimine her zaman bayıldığı koyu renk ahşaptan kemanlar, şıkır şıkır tefler, rengârenk flütler, yatan ve oturan kova davullar ve ayna gibi parlayan zilleriyle yayılmış oturan bir şişman bir kadına benzettiği bateriler…” (s. 55) Oralar 1960’larda da müzik dükkânlarıyla doluymuş, ben daha yeni bir kümelenme diye düşünmüştüm. Dedesi eski eczacılardan, Osmanlı’nın son dönemlerinde mezun olmuş herhalde, fotoğrafta sınıf arkadaşlarıyla birlikte mağrur. Fotoğraflarla dolu metinler bu arada, köşkün bahçesinden bahsediliyorsa şak, dedenin aldığı bisiklet söz konusuysa şuk, görseli yerleştirilmiş. Annemin taş çatlasın beş fotoğrafı var o yıllardan, Bursa’nın bir kasabasında o kadar. Bostancı’da sahile çıkan yollardan birinde küçücük kutular yapan bir marangoz varmış, sırf o kutularla geçindirirmiş ailesini. İstasyon binası duruyor ama yazık ettiler, etrafını sacla çevirdiler, öyle bomboş duruyor. Anlatıcının değindiği meydanın cıvıllığından hiçbir şey kalmadı, terk edildi resmen o bölge. İstasyon Çay Bahçesi miydi orası, çeşme vardı orta yerinde, şakır şakır su akardı. İyi dayanmış demek ki, 1990’ların sonlarına kadar durdu da nargile kafeye döndü, kapandı gitti. Trenle gidip gelmece, Haydarpaşa’dan vapura binip karşıya geçmece, bunları hatırlıyorum. Bazı günler Bostancı’da inip Küçükyalı’ya yürüyorum, deniz banyolarını gözümde canlandırmaya çalışıyorum, olmuyor, Bostancı’nın sayısız resmini yapan meşhur ressamın evini canlandırmaya çalışıyorum, o da olmuyor, Kasaplar Çarşısı’ndan ne kaldıysa önünden geçip gidiyorum. Neyse, Chanel tayyörler giyen misafirler geliyor, komşular çok candan, yaz geceleri çocuklar o caddede defileler düzenleyip kıyafetlerini gösteriyorlar. Biraz daha büyüdüklerinde özel günler için diktirilen kıyafetlerini giyiyorlar, en çok kime yakıştığını oyluyorlar. Bağdat Caddesi’nde piyasaysa piyasa, en güzel kıyafetler hazır. Arabalar şekilli, pikaplarda Led Zep plakları dönüyor, hayat süper. Anne tarafından müzik, baba tarafından edebiyat sevgisi, entelektüel çevre o biçim, şahane bir çocukluk yani anlatıcınınki. Bir dönemin İstanbul’unda balolar pek keyifli, geziler unutulacak gibi değil, sokaklarda koşturan çocukların kaygıdan uzak günleri upuzun. Dedeler, nineler, geniş aile sürekli bir sevgi föşkürmesi sağlıyor, en nemrut olan bile anlatıcıya karşı muhabbetle dolu. Ben böyle alımladım, bir süre sonra alımlamayı bırakıp sadece mekânın tarihini aramaya başladım, bulduğumca işaretledim. İyiydi, yani boşa okumadım ama çok da doldurmadı beni, ilgilisinin hoşuna gider.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!