Gabriel Josipovici – Barnes’taki Mezarlık

Seçici hafıza. Kalıntıları olduğu gibi aktarmak, seçerek aktarmak, söz konusu edebiyatsa daha az seçerek aktarmak çünkü Shakespeare ve du Bellamy çevirmenin yaşamıyla öylesi iç içe ki kendiliğinden anlatıya girecek metinleri dışarıda bırakmak pek mümkün değil zaten, oynayarak aktarmak, üstü kapalı aktarmak belli bir sıra da gözetmez, açıklığın derecesini belirlemek zor, hafıza ve edim ne sunuyorsa o, ötesi kestirilemeyecek kadar belirsiz. “Görüyorsunuz ya, derdi, alışkanlıklarına bağlı bir adamım ben. Daha eski bir kuşaktanım. Çıplak hissederdim kendimi şapkamla kravatım olmadan.” (s. 16) Bu bir tuzak, esas adamımız yaşlı bir çevirmen ama yaştan nasıl bahsedebiliriz hayatın üç dönemi sarmal anlatıyla bağlanmışsa, bilişin zamansal farklılıkları, yaşamı deneyimleme biçimlerinin devinimi aynı sarmaşığın dışına çıkamıyorsa? Zihin değişmiyor, yıllar geçiyor, tek bir anlatıda eriyen parçaları ayırt edebilmek için çevirmenin araya sıkıştırdığı birkaç detayı yakalamaktan başka çare yok çünkü anlatıcı mesafesini hiçbir zaman değiştirmiyor, gözlemciliğinin ötesine taşmıyor, mesafeyi pik ve dip noktalarda bile koruyor. Aşamayacağımız iki engel: çevirmen ve anlatıcı. Yanan evi yorumlamak için genişçe bir alan sunuyorlar söyledikleriyle ve söylemedikleriyle, örneğin çevirmen üç şehirde yaşamış, üçünün de boşluklarla dolu olduğunu söyleyebiliriz, sanki sadece çevirmenin algılarıyla inşa edilmişler de belli sokaklar ve caddeler haricinde hiç var olmamışlar. “Hayatın belli dönemlerinde ihtiyacınız olan şey, derdi, dört bir yanınızda bir şeyler olup bittiği, insanların kendi hayatlarıyla iştigal ettiği, dışarıda var olmaya devam eden ama sizin hakkında hiçbir zaman hiçbir şey bilmeyeceğiniz bir dünya olduğu hissidir sadece. Neden bilmiyorum, derdi, ama bu bilgi sıkıntılı ruha ilaç gibi gelir.” (s. 28) Hafızanın sınırları iyice belli oluyor, dışarının bilgisine ulaşılamadığı için alışkanlıkların sürüklediği mekanlar, eylemler, düşünceler yığını bu metin. Evi ele alalım, yandığını biliyoruz, buradan çıkarabileceklerimiz: çevirmen evini yakmadan yeni bir şehre gidemez, öldürmek istediğini öldürmeden yeni bir ilişki kuramaz çünkü sosyalleşme zorunluluğunu gidermek için edindiği insanlardan bıkmıştır, kotayı boşaltmaya çalışır, evi yakan kendisi değilse veya çiftliği yakan, kontrol edemediği belirsizliği hayatına bir tecavüz olarak görüp uzun süreli hafızasına işlemiştir de yüzeye çıkmasına izin verdiği kadar görünür kılmıştır. Bir yerden sonra tamamen varsayımların huzurundayız, merhamet göstermelerini dileyeceğiz ya da merhamet göstermemizi dileyecekler, aşırı yorumla eğip bükebiliriz hepsini.

Londra, Paris, Galler. Son aşamada rastlıyoruz çevirmenle eşine, ikinci eşine. Bunu belirtmeli en başta, en görünür kilitler tekrarlananlar. Anlatının önemli bir bölümü çevirmenle sanattan sepetten pek anlamayan ikinci eşinin diyaloglarından oluşur, aralarındaki ilişkiden anlaşıldığı kadarıyla kadın eşinin bilgi birikiminden oldukça etkilenmiştir, adamın entelektüel yetilerinden bahseder sürekli, onunla tanışana kadar eksiğinin gediğinin farkında değildir. “Senin de başka vasıfların vardı, derdi o.” (s. 21) Çevirmen “o”, kadın da “o”, birbirlerine isimleri yokmuş gibi hitap ediyorlar, uzun konuşmalarla hayatlarını birbirlerine sabitlemek istiyorlar. Başka vasıflardan kastın ne olduğunu hiçbir zaman anlayamayacağız çünkü adam bu vasıflara değil, hikâyesini anlatabileceği birine ihtiyaç duyuyor, parçalanmış yaşamını ancak bir başkasında, bir başkasının yardımıyla bütünleyebilir. “Başka vasıflar”la birkaç kez karşılaşıyoruz, aynı şekilde “karısı -yani ikinci karısı” ifade olarak hem ikincisinin görece önemsizliğini hem de ilkinin bıraktığı derin izi gösteriyor. Alenen değil, adamın ilk eşine ne kadar bağlı olduğunu ancak eylemlerinden ve mutsuzluğundan çıkarabiliyoruz. Putney’de birlikte yaşarlarken savaş zamanlarının tedirginliği de var tabii, uçurumun kapanmadığını gösteren birçok ayrıntı var. Çevirmenin ilk eşi amatör müzisyen, her hafta civardaki diğer müzisyenlerle birlikte çalıyor ve hayatındaki en büyük tatmini bu çalışmalardan sağlıyor herhalde, çevirmenin enstrüman çalmaktan zerre anlamamasından duyduğu hayal kırıklığı bariz. Çevirmen eşini karşılamak için istasyona gittiği hemen her kezi hatırlıyor, mükerrer mutsuzluk, anıların o kısmı baskınsa ve öte beri dokunulmadan kalıyorsa yoğunluk beklentinin karşılanmadığı anlamına gelir, gelebilir. İki kadının birbirine çok benzediğini sıkıştırayım araya, çevirmeni eski günlerden tanıyan arkadaşlarına göre “tekinsiz” bir benzerlik var, saçlarının kızıllığı hariç fiziken hiç benzeşmemeleri durumu daha da ilginç kılıyor. Belki de en faş yaşantı parçası: “Kadın, onun varlığından bihaber, önü sıra yürürdü yaya köprüsünde, hali tavrı birlikte oldukları zamanki kadar sakin ve kendine hâkim. Akşamları ofiste gününün, sonra da ofisten dönüşünün nasıl geçtiğini sorardı karısına, takip edildiğinden işkillenip işkillenmediğini yoklardı, ama karısı müphem kalır, kayda değer bir şey olmadığını, her şeyin hep nasılsa öyle olup bittiğini, metronun kalabalık olduğunu ve sonrasında eve yürümenin her zamanki gibi iyi geldiğini söylerdi. Onu istasyondan almaya gelemediği için özür dilerdi karısından tekrar, ama karısı omuz silker, önemli olmadığını, işine gücüne bakmasının daha mühim olduğunu söylerdi. Böyle zamanlarda haykırmak isterdi adam, kadını omuzlarından tutup sarsmak, onun için sahiden neyin önemli olduğunu sormak isterdi, ama öyle biri değildi işte, o yüzden arkasını dönmekle yetinir, kendisinin de tam olarak anlayamadığı o duyguyu karısından saklamak için kendini bulaşığa verirdi.” (s. 53) Adamın anlam veremediği o duyguya hikâyedeki boşluklar olarak rastlıyoruz sanırım, kadını omuzlarından tutup sarsmanın ardından şiddet açığa çıkmış, adam öyle biri olmadığı için duygusunu uzunca bir süre bastırmış olabilir, böylece kadının boğulduğu, enfeksiyon kaparak hastaneye düştüğü veya başka bir sebeple öldüğü bölümleri daha iyi anlayabiliriz. Yürüyüşleri sırasında kadın suya düştüğü zaman sahne aniden değişir, karakolda polislerle konuşurken buluruz çevirmeni, çaresizlikten gelmiştir ama polisler başlangıçta yutmazlar çünkü eşini kurtarmak için suya atlamamıştır, nasıl bir insan eşini kurtarmak için atlamaz suya? Avukat tutma bahsini ortaya çıkaran durumu bilmeyiz, kadının enfeksiyon kapıp kapmadığını bilmeyiz, düğümler çözülemeyecek kadar sıkıdır, gerçeğin tam olarak nasıl büküldüğü muammadır. Katı gerçeklik sanatın sınırları içinde kalır, çevirmen Paris’te yaşadığı dönemde kıt kanaat geçinmesini sağlayan işine dört kolla sarılmış, Paris’in mezarlıklarını gezmiş, sokaklarında dolanmıştır, Baudelaire’in mezarının başında kafasını boşaltırken yaşamında kendisine aitmiş gibi durmayan parçaları da temizleyip parlatmıştır sanki, hayatının en tertipli yıllarını sanata vakfetmiştir ama aradığını bulamamaktadır bazen, konserlerden İngiltere’deki orkestraları dinlediği zamanki kadar keyif almaz. Seçkinciliğini estetikte de gösterir, kendi çağının çok öncesinin eserleriyle bağ kurmayı tercih eder. Bulmaca gibidir onun için, Fransızcada zahmetsiz gibi görünen kafiyeleri İngilizceye geçirebilmek, sözdizimini aktarmak, sözcük tercihlerinde yanılmamak için akustiği göz önünde bulundurmak zahmetli ve keyifli bir oyundur, ön planda yer aldığı için çevirmenin değer verdiği en önemli uğraştır diyorum ve burayı dağıtıyorum, son bir alıntıyla derdimizin ortak olduğunu görmekten duyduğum teselliyi paylaşıyorum: “Hep aynı karakterler, diyordu. Aynı hikâyeler. Hayatta hiçbir karşılığı görülmezken ardı ardına bir yığın romanda tekrar ediyordu bunlar; yazar ister geçkin bir adam olsun, ister gençten bir kadın, ister başarılı olsun, ister hiç duyulmasın adı sanı, sanki hayat eline kalem alan yahut daktilonun başına geçen herkesin nazarında birden altı karakter, beş olay örgüsüne indirgeniyor, yazarların gündelik hayatlarında hiç kuşkusuz gayet güzel farkında oldukları sonsuz bir çeşitlilik onlar o uğursuz masalarına oturur oturmaz bunlardan ibaret kalıyordu.” (s. 19)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!