Epigraf bir yaz gecesinin sonunu anlatıyor. Kadın tüm hizmetçilerini göndermiş, günün doğmasını beklerken koskoca, sabit bir yıldıza bakıyor, o sıra gecenin kıyıları ağarmaya başlıyor. Öykülerdeki kafayla kıyaslayınca fişeğin tam olarak böyle bir şey olduğunu düşünebiliriz, göz alan bir parlaklığın ardında gökyüzü değişiyor, gecenin gösterdiği yaşamla gündüzünki bambaşka. Karakterlerin gördükleri aynı sabaha ait olsa bile bünyeleri bambaşka tepkiler verdiği için anlatım değişiyor, kronoloji yer yer kayboluyor, Beigbeder’nin uçuk kaçık meseleleri zaten kıvılcımlar çaktırırken E etkisi altındayken işlediklerinde ucu kaçacak bir ip bile yok. İlginç bir şey, aradan on yıl geçtikten sonra tekrar Beigbeder okuyorum ve üslubu, mevzuları hemen hatırlıyorum. Ortamcı, reklamcı, deli dolu bir adam Beigbeder, iyi bir yazar. Tartışmaya açık, tartışırım. “Frisch’ten apardığını yeniye katmış,” derim, “Kundera’nın karakterlerini öyküye sıkıştırmış,” derim, ne bileyim. Öykülerinden önce okurunu uyaracak kadar hassas bir abimiz ayrıca, 1980’li yıllarda E’nin gece hayatına yeni yeni girdiğini, kullananlarda insan okşama ihtiyacı, hızlı su kaybı, varoluşsal kaygı görülebildiğini söylüyor, sık sık intihar teşebbüsü ve evlenme teklifi etmek de cabası. Beigbeder bu maddeyi bir süredir kullanmadığını, kullanmayı tavsiye etmediğini söylüyor çünkü yasal değil ama bu kötü gerekçenin arkasında kırpılan bir göz görmemek zor. “Hem sonra, tanımadığımız insanlara hayatımızı anlatmak için neden bir hapa ihtiyacımız olsun ki? Bunun için edebiyat varken?” (s. 11) Sting’in bir belgeselde LSD için söylediklerini hatırlıyorum, Beigbeder’ninkilerle hemen hemen aynı. Benzeri olmayan bir deneyim yaşatır, algıladığımızın ötesinden haberler veren bir peygamber gibidir ama kafayı yakar, nöronları tepikleyerek farklı türde çalışmaya zorlar, insan gerçekliğin ne olduğunu bilemez hale gelir, sağlığa zararlıdır, kimse kullanmasındır falan. Belki de yaratma yetisi şıkır şıkır insanlar dışında kimse kullanmasındır, onlar da az kullansındır, öyle bir havası vardı belgeselin. Neyse, öykülerdeki triplere geleyim, bütün karakterler E kullanmıyor ama kimin kullanıp kullanmadığını ayırt etmek de zor bir yandan, örneğin “Roissy-Charles-de-Gaulle Havalimanı’nda İç Sıkıntısı” nam öykünün anlatıcısı uçmuş, kolay anlaşılıyor: “Yuttun mu? Yuttun mu? Yuttunmuyuttunmuyuttunmu? Siz kimsiniz? Neden birbirimizin yüzüne iki santimetre mesafeden konuşuyoruz? Son kitabımı okuduğunuz doğru mu? Bana RÜYA görmediğime dair güvence verebilir misiniz?” (s. 13) Sistem baştan başlatılmış, anlatıcı arka arkaya sorular sorarak olay örgüsünü oluştururken kim olduğunu hatırlamaya çalışıyor ve bu sırada dilin kurallarını tokuşturuyor ister istemez. “Senin adınız nedir? Sen benimle evlenmek ister miydiniz?” (s. 13) Bir iki şeker daha atıyorlar, dillerin üzerinden beyne neon ışıklar akıyor, lazer ışınları sıvı bir hava tabakasını dilimliyor, anlatıcı muhatabına kaç çocuk istediğini soruyor, hava almaya çıkıyorlar, havalimanına gidiyorlar, az detaylı seksler dönüyor, E’den inişin ne kadar süreceğini düşünüyor anlatıcı, kimyasal tatiller olmasa birliktelikleri devam eder miydi? Bir haplık aşk, etkisi geçince hayatlarına kaldıkları yerden devam edecekler. Soruların bitişinden anlıyoruz, ikisi de buğulu gözlerle uçakların kalkışını izlerlerken anlatıcı neden o uçaklardan birinin içinde olmadıklarını merak ediyor. Biliyor aslında, ayaklar yere basmaya başlayınca her şey yukarıda kalıyor, trip uçaklara atlayıp uzaklaşıyor, Beigbeder tam da magmaya düşmeye başlayacaklarken ortada bırakıveriyor anlatıcısını. “Demode Bir Metin”de sevdiği yazarlara saygı duruşunda bulunuyor, Bukowski’nin gelişine yaşamıyla Fitzgerald’ın parlak mekânlarını günümüze getiriyor. “New York, at last. Avrupa gecelerinin zahmetsiz yavaşlığını, kolaycı lüksünü terk etme zamanı gelmişti. Düşünmeden davranma, o kaçınılmaz nedensiz eylemi, haklılığını hiçbir işe yaramamasıyla kanıtlayacak o zorunlu kafa vuruşunu gerçekleştirme zamanı.” (s. 17) Sözcüklerin hayalini kurmayı bırakıp onları yaşamak gerektiğini söylüyor anlatıcı, saat sabah beş buçuk ama bunun farkına varmak için gereken zihin kanatlanmış, Martha’yla sekiz saat öteye yapılacak yolculuğu düşünüyor bir. Anlatıcı kendine dışarıdan bakıyor, o aslında Brilliant, bilincini kaybetmemeye ve kusmaya kararlı, garson kızın yalamadan gitmesi moralini bozamaz. Uykusunu yok eden hapı yuttuktan sonra ışık nehirlerine giriyor, kendini kamyonun altına atmaktan son anda vazgeçiyor, bulacaksa başka türlü bir ölüm bulmalı. “Saatte 800 km hızla yaşamak ve hemen ardından ölmek gerekiyor; beynin arabanın kaputunun üzerine sperm gibi saçılmalı.” (s. 19) Toplumsal kırılma, cinnet temelinde yükselmese de Ballard’ın Çarpışma‘sı ve Vahşet Sergisi yükseliyor öyküden, hoş. Brilliant’ın bir sonu yok, Martha’yla başladığı yolculuk bilmediği bir yerde uyanmasıyla son buluyor, cep telefonunun sesiyle. Paris’e dönüş, biri geride kaldı ama hangisi? Önemli değil, Brilliant’a göre insan kendini aldatmayı başardıktan sonra sevmekle sevilmek arasında hiçbir fark yok.
“Kızların Hoşuna Gittiğim Gün” öğle vakti orjisinden ikindi tepişmesine cinsellikle dolu bir günle ilgili. Anlatıcı kafelerden birinden iki kızla tanışıyor, hiç uğraşmadan ikisiyle birlikte ayrılıyor mekândan, banklardan birine oturup sevişmeye başlıyorlar. Çok bağırdıkları içinde önlerindeki kalabalığı iş bittikten sonra fark ediyorlar, birileri önlerine bozuk para bile atmış. Sonra müdavimi olduğu kafeye gidiyor anlatıcı, uzun süredir bakıştığı kızla tuvalette sevişiyor, spermler havalarda uçuşuyor, onları görenler de katılıyor mevzuya, harala gürele bir atmosfer. Çağdaş toplumun bire bir ölçekli porno bir filme dönüp dönmediğini merak ediyor anlatıcı, kendi yakışıklılığı onca sekse yol açmaz herhalde. Kafeden çıkıp yürümeye başladığında gazete başlıklarından biri takılıyor gözüne, AIDS aşısı bulunmuş. Anlatıcı bozuluyor ama dünya kurtulduğu için memnun.
“İlk Ecstasy Atışım” yüz elli franklık hapın beyinde çiçekler açtırdığı ilk kezin hikâyesi. “Ecstasy, bungee-jumping’den de beter. Her ecstasy atışı, gerekli güvenlik önlemlerini almadan boşluğa yapılan bir atlayış.” (s. 27) Aristoteles’ten Michaux’ya dek anlatıcının okuduğu, bildiği kim varsa yaşamın ta kendisi artık, soyutlamayla dolu dizeler, anlam, anlamsızlık. Felsefenin katı köşeleri oval, hikâyeler o an yaşanıyor, anlatıcı gerçekle gerçek arasında bir ayrım yapmak zorunda ama biri ikiye çoğaltamıyor. Esir aldığı insanlara hayat hikâyesini anlatıyor, şampanya içmiyor çünkü hapla alkolü karıştırdığı zaman olacaklardan korkabilecek kadar nöronu var. Beş dakikada iki buçuk saatin geçtiğini görüyor, boğazı kupkuru, kafasında inanılmaz house melodileri dönmeye başladığında kendisinin “Wolfgang Amade-House” olduğunu düşünüyor, tam bir karmaşa. Başka bir karmaşanın öyküsü de var, kitaptakilerin en iyilerinden biri. “Saint-Germain-des-Prés’de Bulunan Elyazması” nam öykü son kolasını içen adamın hızlı hızlı yazdığı bir metinden arda kalanlar. Bulvarın öbür ucundan yükselen haykırışları ve ölüm tehditlerini duyuyor adam, hikâyeyi anlatmaya başlıyor. Evsizlerin sokağa atılması ilk kıvılcım, belediye yükselen itirazlara kulak vermeyince kitlelerle kolluk kuvvetleri arasında çatışmalar başlıyor, televizyon için yüksek reyting, güzel. Hükümet herkesin başının çaresini bakmasını söylediğinde ipin ucu kopuyor, şehrin belli bölgelerini duvarlarla çevirme fikri başlangıçta üst sınıfı korusa da ayaklananlar içeri girmenin bir yolunu buluyorlar, Claudia Schiffer’a toplu tecavüz olayı gerçekleşiyor, Philippe Sollers ayaklarından asılıyor, en sonunda anlatıcının bulunduğu mekânı basıyorlar ve bitiyor öykü. Anlatıcının son düşüncelerinden biri Marx’ın bahsettiği problemlerin büyüyerek altından kalkılamaz bir duruma geldiğini fark etmek istemedikleri, üst sınıf neyle karşılaşacağını bildiği halde duvarların gölgesine sığındı ama milyonlarca insanın karşısında en güçlü duvar hapishanedir artık, giyotindir, ne bileyim.
Kısa ve bomba öyküler, tekrar ne zaman basılır bilemem ama okurla sahaflardan başka yerlerde de buluşmalı.
Cevap yaz