Sondakini başa yazmazsam taktiklerden gına gelebilir, yazmanın doğrusunu yanlışını gösterildiği gibi belleriz, doğruyla yanlışın varlığından emin oluruz. Okudukça bu işin bir kuralının olmadığı ortaya çıkıyor Prose’a göre, farklı üsluplar, deneysellik biraz, sözcük tercihleri işin mekaniğini çatır çutur bozuyor, iyi de oluyor çünkü kitapta değinilen atölye meselesini de düşününce makinenin kafaya monte edilmesi metinleri tak tuk sesleriyle dolduruyor. Anlatı çok güzel işliyor ama aşırı güzel işliyor, müthiş. Siz de yedi adımda atölye öyküsü yazmak istemez miydiniz? Zamansal çerçeveyi çizin ve alanı fazla geniş tutmayın, zamanda öyle ileri geri atlayıp durmayın, sözcüklerle cümleleri pek eğip bükmeyin, karakterler bir şey yapsınlar ve yapmasınlar ki boşlukları doldurun çünkü mutlaka boşluk olacaktır, bu kişiler muhakkak kentli ve orta sınıf olmalı hatta Prose’un iğnelerine bakarak söyleyeyim, okur taifesine ne kadar benzerlerse o kadar iyi, son olarak anlatmayın da gösterin, vurun da kaçmayın, sevilmeyin de sevin. Bunlar ayrıca tartışılır, Prose da herkes gibi yazmayı yazarak ve öykünerek, kitap okuyarak öğrendiğini söyledikten sonra yaratıcı yazarlık derslerinde nasıl bir yöntem geliştirdiğini anlatıyor en başta: eksiltme ve düzleme. Ağaç düşünüyorum bir, göğe uzanıyor, yapısı belli, ağaç görgümüz varsa ağacın ağaç olduğunu anlıyoruz. Güzelliği bozan bir dal varsa buduyoruz ama o dallar birden çoksa, diğer dallarla bir bütünlük oluşturmuşsa budamıyoruz. Fazla sözcüklerden kurtulmalıyız, cümlelerden, paragraflardan ve gerekirse metnin tamamından, eğer yeterince iyi bir fikre dayanıyorsa farklı bir yapıyla döner diye düşünüyorum. Düzeltmeye bir nevi toparlama diyebiliriz, dağınıklığı toplama, cümlenin veya sözcüğün yerini değiştirme, cümleyi veya sözcüğü değiştirme, yeri gelince artırma. “Her sözcüğü idamla yargılamak” demiş Prose’un bir arkadaşı, kıyıcılıkla yaklaştığımız metin korkmazsa, sağlam durursa kalıyor, durmuyorsa kaçıp gidiyor, üzerinde çokça oynamak da pek iyi bir şey değil Prose’a göre. Bu yüzden kesin bir doğrunun olmadığını en başta söyledim ki Prose’u da umursamayalım bazı, metinlerinin üzerinde yıllarca çalışan yazarları hatırlayalım, yüz iki taslak çıkarıp hâlâ ne yapacağını bilmeyen, bildiğinde şaheserini ortaya çıkaran veya ortaya hiçbir şey çıkaramayıp kaybolan yazarları da hatırlayalım. Açıkçası o sancıyı unutmayalım istiyorum, benim isteklerimi de umursamadan önce yazmanın ne kadar dertli bir iş olduğunu, elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmadan vasatlıktan kurtulamayacağımızı hatırlayalım. Daha çok okuruz, daha çok yazarız, fikirler gelip gider, dijital çöpümüz dolar, kâğıt toplayıcıları romanımızın yüz sayfasını üçe beşe okuturlar, bütün bunların arasında işe yarar bir şey çıkarabilirsek ortaya, o da ayrı bir sancı ama her adımın sancısı başka, önce sözcüklerle başlayalım. Prose da sözcüklerle başlıyor. Metinde sayısız alıntı var, Prose kurmacanın ögelerini ele alırken bu örnekleri inceliyor ve yazarların ne yapmaya çalıştıklarını gösteriyor ama tercihleri klasik anlatıdan şaşmayan yazarlar olduğu için işaret ettikleri temel düzeyde bilgi, sıkı okuru ve yazarı pek tatmin etmeyecektir, belki neyin nasıl olduğunu hatırlamak konusunda fayda sağlar. Prose’un Yeni Eleştiri tedrisatından geçtiğini, bunun yanında edebiyat akademisinin Marksistler, Yapısökümcüler, feministler arasında paylaşım savaşlarına şahit olduğunu belirteyim, Prose bu kargaşadan sağ çıkmak için doktorayı bırakmış ve yazarlığa adım atmış. Edebi anlayışını şu alıntı özetler sanıyorum: “Muhteşem, dolambaçlı cümleleri çözdükçe, kitap okumanın nasıl olup da insanın kitap yazmak istemesini sağlayabileceğini keşfettim.” (s. 24) İyi yazarlar okuru yazmaktan alıkoyabilir, sonuçta nasıl baş edilir onlarla? Prose eserleri çok farklı yazarları okumamız gerektiğini söylüyor da bu sorunun çözümü çok daha derinlerde bana göre. Kimseyle baş etmeye çalışmayacağız en başta, yani bu bir alt etme müsabakası değil, Hemingway asla Dostoyevski kadar iyi yazamayacağını düşündü diyelim, yazmaktan vazgeçirmedi bu onu. Biz çok belirsiz bir çağrıya uyarız ve ustalarımızdan öğrendiklerimizle yaratırız, ustalarımıza rağmen değil. Okurken hayranlığa değil de hasetliğe kapıldığım olmadı, hiç düşünmediğim biçimde düşünmeme yol açanlara şükran duydum ve daha fazlasını istedim. Daha fazlasını istemek, başlangıçtan kaç adım sonra yazmaya geçiyoruz bilmiyorum ama temelin berrak olması gerekiyor. Birileri inat işi olduğunu söylemiş, katılırım. Birileri inanç işi olduğunu söylemiş, bütün yorumları düşünürsek aynı yüzün farklı ışıklarla aydınlanması. Ustalardan esinlenmeye kendinden bir örnek veriyor Prose, şiddet patlamasıyla bitecek öyküsünün sonunu getiremediği bir zaman derste Isaac Babel’in öykülerini işliyormuş, yazarın şiddet anlarından önce lirizm içeren bir pasaj kullandığını görmüş. Hemen bir kıvılcım, a-ha ânı ve tamam. Öyküyü bitirmek için inat.
Aşırı öznellik: Prose parlak bir romancı olarak kabul ettiği Trollope’un hayranlarının neden o kadar ateşli olduğunu anlamadığını, yaşlandıkça zevklerin değiştiğini, belki de birkaç ay içinde Trollope hayranı olacağını söylüyor, sonlarda da Çehov’dan bıktığını söyleyen bir öğrenciyi anladığını ama anlayamadığını ima ediyor. Öğrencinin tercihi Pynchon bu arada, derslerinde Çehov’u ön plana alan bir hocaya karşı yerinde bir çıkış. Çehov’un kurmacaya kattıkları ortada, öğrencinin Pynchon sevdası ve Pynchon’ın kattıkları da ortada, Prose ayrı bir bölümde incelediği Çehov’un yanında Pynchon’a da yer vermeyerek tercihini belli ediyor, bu açıdan da değerlendirilmeli. Dediğim gibi çoğu tahlili temel düzeyde, ben okurken çok sıkıldım, bir iki örnek vereyim. “Babaanne Florida’ya gitmek istemiyor.” Bu küçücük dört sözcük ne çok şey anlatıyor, ne basit ve etkili bir anlatım! Torunun adı var da babaannenin yok, aile yapısını düşünüp bu ninenin “arketipik ve efsanevi” bir rol yüklendiğini kabul edeceğiz ve bu girişten sonrasını karşı konulamaz biçimde takip edeceğiz. Eh. Analepsis ve prolepsis denen zaman oyunlarının birkaç sözcükle kurulması var, mesela bir öykü “takip eden hafta” kalıbıyla başlıyorsa neyin neyi takip ettiğini yazar açıklayana kadar bilmeyeceğiz ve bilmediğimizin ağırlığını karakterler ve olaylar üzerinde hissedeceğiz, mesele sırf bu ağırlığı vermekse açıklanmayan şeyi hiç bilemeyeceğiz ve bunu yiyeceğiz çünkü yazarın oyunundayız, bir yazarın oyununu oynadığımızı kabul etmemiz gerekiyor ki bütün o taklaları kabullenelim. Sözcüklerden zaman hatta kurgu yönetimine giden bir seyir, diyalog yazarken kullanılan ve aslında orada olmaması gereken bir sözcük karakter hakkında çok önemli bilgiler verebilir. “Cümleler”de karmaşıklık ele alınmış daha çok, iki cümleyle anlatılabilecek bir konuyu virgül üstüne virgüllü, sıralı cümlelerle anlatmak üslup meselesi, anlatıcının veya serbest dolaylı anlatıcının bir türlü duramamasında ne hikmetler vardır. Mesela sürekli dur kalklı cümlelerde de vardır bunlar, uyuşturucunun etkisi altındaki bir anlatıcının beyninde patlayan trafolar olur olmadık yerde kesilen cümlelere dönüşebilir, Beigbeder müthiş yansıtır bunu. Woolf muazzam uzun cümleler kullandığında aynı etkiyi görürüz, kısacası bu bir uzun veya kısa cümle işi değildir, yapının tamamıyla ilgilidir. Bir sözcük metnin tamamından sorumludur ve bir metin kendisini ortaya çıkaran cümlelerin toplamından daha metindir, cümledir, anlamdır, her neyse. “Tohum cümle” adını üfürdüğüm bir türden bahsedip bitireceğim, jestlerin ve mimiklerin, paragrafların ve Çehov’un önemini başka yazılarda anlatırım bence. Tohum cümle açıla açıla bir anlatıya dönüşen cümledir, aslında belli, çizgisel bir anlatım yöntemiyle bütünleşmiştir ama Prose’un gösterdiklerinden başka yerlere bakabilirsek ihtimallerin zenginliğini görürüz. Hemen bir misal sıkayım: “Dağhanlı yerine Gülçağ’da inseydi dayak yemekten kurtulacaktı Ekrem, makinist o gün çatışmalar yüzünden Gülçağ’ı es geçmiş, Ekrem’in mahalleden arkadaşlarının da günaşırı gittikleri Ülkü Ocağı’nın tam karşısındaki istasyonda durdurmuştu treni.” Şimdi nereye yürürsen yürü buradan, on istikamet çıkar. Gibi.
İyi bir araştırma olmuş, atölye gibi kitap adeta.
Cevap yaz