Hepimiz yıldız tozuyuz, evrende bir şeyler çarpıştıktan sonra parçalar sağa sola dağıldı, bir kısmı Dünya’ya düştü, buradayız. Panspermia hayal gücünü tetikliyor, Mars’tan kopan parçaların sonucu da olabiliriz. Su dışarıdan geldi, balçık denizi katılaşıp koca okyanusları taşır hale geldi, dinozorlardan kalanlar kuşlara dönüştü, her şey birbirinin etrafında dönüp durdu, olduk. Freistetter bu olmaya varan serüveni anlatıyor, sokakta yürüyüp bir bara girdiği zaman televizyon yayınındaki parazitlerden evrenin ilk ışımalarının görünürlüğüne ulaşıyor, parkta otururken yüzüne vuran rüzgârı Dünya’nın hareketleriyle açıklıyor, uzun boylu anlatmıyorsa da ilgi duyanlar için kozmik hadiseleri olabildiğince basit bir şekilde ele alıyor. TÜBİTAK’ın kitaplarını okuyanları, Kaku’ya demir atanları kesmeyecektir, yine de birkaç ilginç şeye rastlamak mümkün. Coriolis etkisi örneğin, rüzgârların sebebi, lavabodaki suyun dönme yönünü tayin eden kuvvet. Dünya’nın dönme hızıyla ilgili, yön de önemli, bu yüzden bir kilometre öteye bir şey fırlatmak istersek bu etkinin saptırıcı etkisini göz önünde bulundurmamız gerekiyor, aksi halde neyi atacaksak hedeften sapıyor. Gezegenler oluşurken çekim kuvvetleri toz toprak ne varsa toplarken yoğunlaşma sonucu dönme hızları arttı, böylece bu etkiler ortaya çıktı. Ay’la münasebetimiz biraz olsun değiştirebiliyor durumu, sular çekiliyor, itiliyor, aslında biz de çekilip itiliyoruz ama yüzeyimiz oldukça dar olduğu için hissetmiyoruz, geniş geniş yüzeylerde suların foştur foştur kıyıya koştuğunu veya denizin çekildiğini görebiliriz. Okyanusun kıyısında olmamız lazım bunu görmek için, iç denizlerde bu iş zor. İtip çekme sırasında oluşan sürtünme yüzünden Dünya’nın dönüş hızı da değişiyor, her yıl 17 saniye daha yavaş dönüyoruz. 400 milyon yıl önce Dünya kendi ekseni etrafında dönüşünü 22 saatte tamamlıyormuş, bir yıl 400 günmüş. Gezegen yavaşlamaya devam ediyor, Ay’ın hızına inince aynı sürede döneceğiz. Dönemeyeceğiz, o zamana kadar Güneş ömrünü tüketecek ve Dünya’yı yok edecek kadar büyümüş olacak. “Şimdiden çekilecek acısı bunun.”
Antik Yunan dönemindeki fikirlere kısaca değiniyor Freistetter, Batlamyus’un gökyüzü krallıklarından yola çıkarak Kopernik Devrimi’ne getiriyor olayı. Engellemeye çalıştığı bilimsel gerçekler yüzünden Kilise’nin façası fena çizilecek, Martin Luther “aptal” dediği Kopernik’e kutsal metinlerdeki bilgilerle karşılık verecek. Tanrı gözle görülemeyecek şeyleri neden yaratsın ki, teleskop denen zımbırtı ancak aptalların inanacağı görüntüler ortaya koymaktan fazla bir şey yapmıyor. Galileo, Kepler ve Newton aptallığı sürdürerek kuantuma uzanan yolu açacaklar, gezegenlerin neden döndüklerini anlayacağız, hatta onlara bakmadığımız zaman dev çilekli pastalar olup olmadıklarını düşüneceğiz. Bakarsak bağ, bakmazsak dağ olacak. Kuantumu atalara sorun, uyduların konumlarını Kepler kanunlarına. Bir cismi saatte 28.476 kilometre hızla fırlatırsak yere düşmüyor, Dünya’nın etrafında dönmeye başlıyor. Belli bir mesafeden sonra itici güce gerek olmadığını düşünüyoruz ama çekim kuvveti yüzünden düşebiliyorlar da, mesafelerini korumaları lazım. ISS örneğin, her gün 50-150 metre irtifa kaybettiği için gerekli önlemler alınmazsa bir yıl içinde yere çakılır. Kafamıza uluslararası uzay üssü düşmesin diye üsse kenetlenen araçların motorları kullanılarak üs kaldırılıyor biraz, bu yüzden sirkülasyona dikkat ediliyor, araçların fırlatılmaları belli bir programa dahil. Zamana geleyim buradan, 5.000 yıl önce Sümerlerle Babilliler 60 sayısına dayalı bir sistem kullandıkları için saniye, dakika, saat daha o zamanlardan belliymiş. Fransız İhtilali sırasında bir günün 10 saate, bir saatin 100 dakikaya, bir dakikanınsa 100 saniyeye bölünmesine karar verilmiş ama halkın büyük çoğunluğu bu sisteme karşı çıkmış. Ayrıca bu artık yıl olayının ayarlanması da atomik saatlerin yardımı olmadan imkânsız. Dört yılda bir 366 günlük yılı yaşıyoruz ama 100 yılda bir 364’e düşmesi gerekiyor bunun kozmik vakalar yüzünden, ikisi denk geldiği zaman 366 gün yaşanıyor yine, 2000’de olduğu gibi. Artık yılı Romalıların takvimine göre ekliyoruz, “Februarius” onlara göre yılın son ayı. Yaza eklenecek bir gün daha şık olurmuş, Romalıları kışçı olarak görebiliriz. Fethettikleri yerlerden altındır, buğdaydır, ne varsa sömürüp kışları mülklerinde mis gibi yaşıyorlar. Altını gezegenlerin çarpışmasına borçlular, normalde demirle birlikte çekirdeğe ulaşıp çorbaya katılmaya çalışıyor. Yüzey civarında bulunabilmesi Dünya’nın oluşum aşamasındayken orta büyüklükte bir cisimle çarpışması sayesinde, çarpışma sırasında bütün gezegeni eritmeyecek, demir ve altın oluşmasına yol açacak şiddette patlamalar gerçekleşmiş. Çıkarılacak altın bittiği zaman bilim insanları laboratuvarda üretebilir, günümüzde yapılıyormuş bu ama altının fiyatından çok daha fazlasına mal olduğu için sürekli yapılan bir üretim değil, teknoloji ilerleyip maliyetler düştükçe evimizin bir odasında altın üretebileceğiz, tabii sebze yetiştirmek çok daha kârlı olacak o zaman da. Gökten yağan kozmik tozun içinde de altın var biraz, günde ortalama 400 ton toz Dünya’ya iniyormuş, oluşumundan bu yana geçen sürede Dünya’nın ağırlığı 100.00 ton artmış bu tozlar yüzünden. Evrenin hikâyesini bu tozlardan okumaya çalışan bilim insanları elli yıl kadar önce atmosferin ince katmanlarında uçak uçurarak toz toplamaya çalışmışlar, şimdilerde uydular yapıyormuş bu işi. Gökdelenlerin tepelerinde de Dünya’yla tokuşup duran başka bir gezegenin kalıntılarına rastlamak mümkün. Büyük çarpışma hipotezine göre dört buçuk milyar yıl önce genç Dünya başka bir gezegenle çarpışıp duruyormuş, Theia nam bu gezegen Mars büyüklüğündeymiş, Ay’ın oluşumuna yol açtığı söyleniyor. Bir süre sonra Dünya’nın eksenini de kaydırmış, en sonunda çekirdeği ve mantosu Dünya’yla birleşmiş. Büyük oranda buzdan oluştuğu, çarpışma sırasında eriyip gittiği de söyleniyor. Olağanüstü bir şey, etrafımıza bakarsak iki gezegenin ve muhtemelen sayısız meteorun birleşimini görürüz, masamın kozmik tozlardan farkı olmadığını düşünmek sonsuzluğu sezmek demek. Atmosferin oluşumuna da çok şey borçluyuz, soğuktan donmamızı engelliyor. Güneş’ten gelen toplam enerjiyi ve Dünya’dan yeniden ışıdığını hesaplayınca “denge sıcaklığı”nı buluyoruz, -18 derece Celcius. Ölçülen ortalama 30 derece seranın eseri. Dengede kalması iyi, çok ısıtırsak buzullar eriyecek, hava akımları yön değiştirecek, dengesiz düzenlerle dolu bir Dünya’da yaşamaya başlayacağız. Evimin önünden hortum geçecek, el verip fşüüp diye çekecek yukarı.
Dinozorları yok eden meteorun düştüğü yer 1990’larda bulunabildi, canlı türlerinin çoğunu öldüren bu meteor olmasaydı günümüzdeki çoğu memeli var olmayacaktı, Freistetter değiniyor biraz. Bazı asteroidler yüzeye ulaşmadan patlıyor, 1908’de Rusya’ya düşeni yeryüzüne ulaşacak kadar büyük olmadığı için yerden sekiz kilometre yukarıda patladı, basınç dalgasıyla ağaçlar devrildi, dağılan parçalar toza dönüştüğü için krater oluşmadı. İnsanlığın şanslı olduğu anlardan biri, birkaç saat önce veya sonra yaşanacak patlama büyük şehirlerden birini dümdüz edebilirdi. Obje büyüdükçe iş sevimsizleşiyor, çapı 100 metreyi geçenler yeryüzüne ulaşacak kadar büyük. Darbenin karaya ya da denize gelmesi fark etmiyor, birkaç kilometrelik deniz tabakasını bir saniyeden çok daha az sürede aşan cisim denizin dibinde dev bir krater açıyor, basınç yüzünden bütün canlılar ölüyor, dev dalgalar gezegeni dolanıyor, yüksek ısının yarattığı alevlerle buharlaşana kadar iyi bir geziniyor. Emniyetli bir uzaklık yok, toz tabakası atmosferi kaplayıp bitkileri kurutacak, toptan ölüm. Bunun çaresi asteroidi havaya uçurmak değil, cismin yönünü değiştirmek. Yolundan birkaç derece saptırmak gezegenimizi teğet geçmesini sağlayabilir, patlatma durumunda ortaya çıkacak onca parçanın başa bela olup olmayacağını bilmiyoruz, cismi tamamen yok edecek bir patlamanın kozmik açılardan yıkıcı etkileri olup olmadığını da bilmiyoruz, bu yüzden lazerle bir iki ciyuv problemimizi çözecek gibi görünüyor.
Eğlendirici, yüzeysel. Meraklılar için.
Cevap yaz