Erhan Sunar – Diğer Yarısı

Denemeye yaslanan roman, anlatı, her neyse, nesnesini gözlemlerken rahat bıraktığı ölçüde -çözümleyicilikte arşa çıkmaması iyidir, Berger mesela, Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü‘de karenin aydınlattığı dünyayı değil de gölge düşürdüğü dünyayı anlatırken kesinliklere ulaşmaz çünkü niye ulaşsın, fotoğraf, yaşam: gösterdiğinin ötesinde sezdirdiğidir- değerli, aksinde okurun keşfedeceği alan daralıyor, mutlaklıklar gırtlağa çöküyor hani. Deneme olasılıklar bütününün tamamını göstermeli, bir kısmının tarafını tutan anlatıcı kendisini konumlandırdığı yerin ötesinde enine boyuna dolanmalı en azından, bu romanda mevzu fotoğraf olduğu için fotoğraf karesinin kapsamadığı uzamı, anlamı da inşa etmeli karenin etrafına. Sunar anlatıcı odaklı bir hikâyeleştirmeyle bakışın dışına çıkmıyor, aklıma Kundera’nın metinlerinde başını alıp giden “kâşif anlatı” geliyor ister istemez, kıyaslayınca eh. Açıklamayı son bölüme bırakmış gerçi Sunar, en civcivli zamanlardan birinde Çukurca’ya gidip ortadan kaybolan esas oğlan Fikret için bir anlatı kurgulayan Metin, Fikret’in yakın arkadaşı, Erhan (Sunar)’la iletişime geçip okuduğumuz metnin bazı bölümlerini yazdırdığını söylüyor ve ekliyor: “Başarılı bir roman dili ve üslubu tutturamamışsak, yaklaşımlarımız fazla özensiz ve aceleciyse, affınıza sığınır, bir fotoğraf kitabıyla roman arasında gidip gelen maceramızda tökezlediğimiz diğer bütün noktaların hoş görülmesini umarız!” (s. 184) Top okurda, metnin kusurunun gerekçesi alenen verilmişse bu bir özür yerine geçebilir, geçmeyebilir, okurun niyetini kaldırıp atan yaklaşım oyunun kirini açığa çıkardığına göre estetliğimin paşa kriterlerini devreye sokuyor, son taklayı başarısız bağlama örneği olarak değerlendiriyorum. Sırf bu da değil, metnin dilini de ayrıca eleştiriyorum ki şöyle iyice bir affetmeyeyim, aftan yana olmadığımı göze göze sokayım. “Bir” teröründen ötürü kendime siper kazmak zorunda kaldım mesela, “sırçadan bir ağaç”, “mükemmel bir atlayış” gibi sayısız örneğin gösterdiği üzere -ardışık iki sayfada yirmi beş tane “bir” kullanılmış, rastladığım her birinde taş çiğniyormuşum gibi hissettim- tamlamalar usandırana kadar tekrarlanıyor, cümle yapıları farklılık göstermiyor, açıklayıcılığa mahkum üslup. İlk bölümde Metin’le Nesrin’in düğünlerinden bir sahne, Fikret’in âşık olduktan sonra kararlı adımlar atmaması yüzünden kaybettiği eski sevgilisiyle en yakın arkadaşlarından biri evleniyor, Metin’in anlatıcılığında etrafa göz gezdiriyoruz. Danslar ediliyor, herkes deli mutlu, anlatıcı pek şen, “gazeteden yetenekli birkaç arkadaş” müzik icra ediyor ama gazeteden daha yetenekli olmasalar o danslar edilir miydi bilmem. Aşkın derinliği ve sahiciliği belki ancak kaybedilen değerli bir varlığın çok sonradan bulunmasına benzetiliyor, ilerleyen kısımda bu benzetimin ötesi berisi yok, zaten aşkın sahiciliği herhangi bir bulunmayla nasıl eşleşebilir, o da muamma. Fikret birkaç fotoğraf çekip kayboluyor ortadan, anlatıcı evliliğe dair onca kuşkusunun dağıldığını görmekten memnun, herkes deli mutlu, anlatıcı pek şen, “bize” daha fazlasını söylemeyi, o geceden uzun uzun bahsedebilmeyi istediğini fakat iç dünyasının verimsiz, düğünlerinse klişe olduğunu belirtiyor. Anlatacak çok şey yok ama var, bu kısmın öncesiyle sonrasında düğünden bunaltıcı manzaralar sunuyor, o güne dek yaşadığı her şeyin o an orada bulunmasına yol açtığını iki üç kez düşünüyor, kısacası Erhan (Sunar) yazmadığı sürece bölümler anlatıcının kısıtlı yeteneğinin yardımıyla sabır testine dönüşüyor. “Geceleri, Sokaklarda” bölümüne bakalım, fotoğraf ve fotoğrafçı ilişkisinin irdelendiği ilk bölüm, Fikret’in benlik inşasıyla ilgili pek derinleşmeyen sorgulamalarını ve “tüm varlığın düşten ibaretmiş gibi olması” tarzı havadan ifadeleri bir kenara koyarsak ilgi çekici birkaç mesele var, insanlara yeterince yaklaşamayıp binaları, kaldırımları, cansız nesnelerle birlikte kimsenin dönüp bakmadığı manzaraları çekmek daha da açılabilir mesela, arzuyla gerçeğin arasındaki mesafede fotoğraflanan ne varsa bir merhale olarak görülebilir: insana yaklaşmak için önce insanın çevresi fotoğraflanır, dıştan içe seyir. Bölümlerin arasında yer alan kısa anlatılar tamamen Fikret’e dönük, gizemi yok eden parçalarla örülü: “Yarın yeni bir gün olacak ve sen yine, yeniden, yanında bir zırh gibi taşıdığın yüzünle kişilere ve olaylara bakacak, belki derin bir koyvermişlikle birkaç fotoğraf çekeceksin.” (s. 35) Apaçık metinleri beğenmediğimden yeriyorum, yoksa aleni olandan çıkan hisseleri seven okura göre tam. Psikolojik çözümlemelerde insanın bilmediğimiz bir yanı yok, bu bağlamda metin keşiflere iki türlü kapalı: bilinenin yanında bilinenin tahlili gediksiz, taşlar yerine sıkı sıkı oturuyor, oysa biraz boşluk olsa, oralardan biz de bakabilsek kendi çıkarımlarımızı da yaratabiliriz. Numunelik olaylar bu boşluğu sağlıyor neyse ki, karakterlerin iç dünyalarının dışına çıkabiliyoruz, Diyarbakır’daki tiyatro oyunu misal. Evli bir çiftin çocuk yapıp yapmamayı tartıştıkları oyunun bir sahnesi yüzünden fıttıran adamımız erkek oyuncuyu vurup öldürür, Fikret makinesini de kapıp katilin ailesiyle görüşmeye gider, liseden beri kitaplarla haşır neşir olan katilin anatomisini çıkarmaya çalışır. Katille maktulün tanış olma ihtimali, kurmacadaki çatışmanın gündelik yaşamda karşılığının olup olmaması, düşünülecek pek çok şey sunar Fikret, sonra trajediyi Metin’le kendi arasında geçmiş gibi kurgular. Soluk alabildiğimiz nadir bölümlerden biri bu, “sohbet yapmak” gibi tuhaf fiiller de yok, iyi. Fikret’in şehri gezerken düşündükleriyle ördüğü bölüm de başarılı. Diyarbakır’ın yavaş yavaş yok edilen alanlarının bir kaydı, tipografik fotoğrafı: Şehrin o günkü haliyle kalmayacağını bilen Fikret eğik açılarla çektiği fotoğraflar yoluyla eksiklik hissinin sonsuzca geçip gideceğine inanır çünkü üslubun uygulayıcısı Rodçenko’nun fotoğraflarından öyle bir izlenim edinmiştir.

Böyle umutsuz hatırlama anlarında, aklından geçen tek şey ölüm olsa da onun bile bir kurtuluş olmayacağına inanıyordun. Yaşamaya bir yanıt bulamamış birinin ölümü nasıl olabilirdi ki?” (s. 78) Metnin edebî atak geçirdiği yerlerden biri, çok var. Ne diyor bu cümle, karakterin bunaltısından bir parça sunuyor, buhranın ötesi berisi kapalı alanlardan, can sıkıntılarından örülü, duygulanımdan fazlasına rast gelmek zor, “son zamanlarda içinde debelendiği garip ruh hali” Fikret’le birlikte okurun da canına okuyor. Etrafta bir şeyler oluyor o sıra, göçe zorlanan Iraklı Kürtler kamyonlarla götürülüyor, sıfır noktasında çatışmalar, Ramazan aylarında dükkânını kapatmadığı, içki sattığı için esnaf öldürülüyor. Ülkenin hali bodoslamadan giriyor metne: “Görüntülere eşlik eden haberleri, çeşitli halklar adına benzer tarihsel olayları özetleyen yazıları okuduktan sonra bir süre de ülkenin daha iç siyasi meselelerine göz gezdirip hep olduğu gibi bıkkınlık duydu: Milletvekilleri yine birbirlerine sataşıyor, hükümetin sınır politikaları birtakım siyasi çıkarlarla açıklanıyordu…” (s. 99) Alan darlığı yüzünden belki, ifade alanları o kadar azaldı ki iktidarın eleştirilebildiği kanalı açan edebiyatın estetik içeriği kaçıncı plana atılıyor bilmiyorum da bunun metinde bu şekilde yer alması büyük arıza. Arızanın hemen yanında zirve noktalarından biri yer alıyor üstelik, yüzüne kezzap atılan kadının fotoğrafının çekilmesiyle ilgili tartışma dört dörtlük. Yalpalıyor metin ya, vasatlığın altına koşarken bir anda toparlanıyor, kesinliklerden müphemliklere zıplıyor, ortaya karışık. Cüret eksikliğinden de bahsetmeli, insanın karanlık yönüne doğru uzanan bir konu var, anlatıcı fotoğrafın yıktığı mahremiyetin verebileceği erotik hazdan bahsedip hemen yan çiziyor, hayır, öyle bir şey değilmiş hissettiği? Gir abi, insan oralarda işte. Karanlıkta. Deş gitsin, spotlar altındaki insanda numara kalmadı artık, karanlığı çıkar ortaya. Işık tutma, bilinmeyenin etrafında gez, yeter. Son olarak iki kitabın yediği akşam yemeğinden bahsedeceğim, eskiden karakter olan kitaplarımız öyle şaşaalı cümleler kuruyorlar ki yazarlarını tebrik etmeli. Fotoğraf kitapları zannediyorum, malumat föşkürtmekten bir hal oluyorlar.

Gertrude Stein’in eleştirilerinden birinde kullandığı: “Şerbeti kıvamında ama dökmesini bilmiyor.” Eh.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!