Sovyet Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak SSCB’ye giden Erdal Öz oralarda on beş gün boyunca gezer, gitmek istediği hemen her yere gider, elbette o kadar kısa sürede gördükleri, anladıkları sınırlıdır ama o ruhtan bir neşide olsun dinlemiş, kolektivizmin en derin yerinde çimmiştir. Leningrad civarında. Tarihten sayfalar: Şehir kuşatma altındadır, 1941’de kuzeye giden tek demiryolu da kapatılmıştır, halk Ladojskoye Gölü’nün donmasını beklemeye başlar. Yiyecek hiçbir şey kalmamıştır, su hâlâ donmamıştır derken donar nihayet, Hayat Yolu denen açık hedef bir istikamet belirlenir, açlıktan birer birer ölmeye başlayan çocuklardan yaşama sıkı sıkı tutunanları kamyonlara doldurulup Orta Asya’ya götürülür, trenlere bindirilir, Taşkentliler gara doluşup çocuklara geçici bir yuva sağlamak için gönüllü olurlar. O sırada şehrin dış dünyayla ilişkisi tamamen kesilir, günde 125 gram ekmekten başka yiyecek hiçbir şey yoktur, su boruları donduğu için su da yoktur. 900 günlük kuşatma boyunca fabrikalar tam kapasite çalıştırılır ama, silah ve cephane yetiştirmek üzere küçücük çocuklar iskemlelerin üzerine çıkıp üretimi sürdürürler. Kadınlar destan yazar resmen, erkeklerin çoğu cephede öldüğü için bütün yük kadınların sırtındadır, Öz’e göre o amansız çalışma öyle bir alışkanlık haline gelir ki savaştan sonra da SSCB’nin dört bir yanında erkeklerle birlikte en ağır işlerin altından kalkar kadınlar. 1944’te Alman kuşatması yırtılır, Rus tarafında ölü sayısı aşağı yukarı 1 milyon 470 bin. Müzede sergileniyor gencecik erkeklerin üzerinden çıkan karneler, kurşun delikleriyle ve barut yanıklarıyla dolu. Vera Feonova, Öz’ün rehberi ve çevirmeni yerden yükselen ateşin hiç sönmediğini anlatırken yeni gelinle damat koştur koştur gelmişler, ateşin önünde evliliklerinin ilk fotoğrafını çektirip yine koş koş gitmişler. Kuşatma mezarlığında hoparlörlerden ağıtlar geliyor, göz alabildiğine uzanan blokların arasında yankılanıyor. “Sağımızda solumuzda, yerden biraz yüksekçe bloklar halinde kitle mezarları uzanıp gidiyor. Üzerlerinde, kış ortasında küçük küçük sayısız çiçek buketleri.” (s. 12) Tanya Saviçeva’nın günlüğü de müzede yer alıyor, kuşatma sırasında ölenlerin kaydı da denebilir. Tanya’nın kardeşi Jenya, Lera, amcalar, anne, herkes ölüyor, Saviçev ailesinden sağ kalan bir Tanya var son kayda göre, o da açlığa dayanamayıp ölmüş ama kurşun kalemle tuttuğu defteri kalmış geriye, dokuz sayfası Nürnberg Mahkemeleri’nde somut bir suçlama belgesi olarak kullanılmış. Mezarlığın girişinde birkaç sayfa, üzerinde Tanya’nın fotoğrafı, bir demet eflatun çiçek. Kim bıraktıysa, sessizce.
Leningrad’da yerleşim dank diye bitiyor, seyrelme yok, kenar mahalle yok, büyük blok yapıların sonlandığı yerde cadde de sonlanıyor, otoyol başlıyor. Bütün yapılarda ilk katlar mağaza, tıklım tıklım. Bodrum katların hiçbiri oturma yeri olarak düşünülmemiş, herkes yukarılarda yaşıyor. Çok komik bir para ödüyorlar yaşayanlar, konutsuz kimse yok, evler geniş. Öz bir an Karadenizli müteahhitlerin sözde “sosyal konut”larını hatırlıyor, üzülüyor. O dönem Leningrad’ın nüfusu 4 milyon, Moskova’nın 8 milyon, buralarda konutların metrekaresi 45’in üzerine çıkmazken nüfusun daha az yoğun olduğu kentlerde evlerin alanı artıyor. “Herkesin bir konutu var. Çünkü herkesin bir konutta yaşama hakkı var. Bu haktan doğan konut alanları ailenin kişi sayısına göre değişiyor. Yurttaş olma hakkı bu. Emekçilerin yönetimde olduğu bir düzende insanların insanca yaşama hakkı.” (s. 17) Leningrad Halk Ormanı meşhur, etrafındaki oya gibi işlenmiş kara boyalı demir parmaklıklar en az orman kadar meşhur, Devrim’den sonra İngilizler lokomotif verip o parmaklıkları almak istemişler, Lenin leşçilere depiği çakmış. Kremlin’e ilk girdiğinde som altından dökme kubbeleri görmüş, onları da koruma altına almış çünkü atalardan kalan sanat eserleriymiş o kubbeler.
Kazahistan’a uçuyor Öz, biraz da orayı görecek. Kazahistan. Kazah Türkleri kendilerine Kazak denmesini istemiyorlarmış, Don çevresinde yaşayanlarmış Kazaklar, Devrim’e karşı çıkanlarmış, oysa Kazah Türkleri hemen desteklemişler Devrim’i. Şolohov hakkındaki meşhur söylentiye de değiniyor Öz, yirmili yaşlarının başlarında o kadar derinlikli bir metni yazabilir miymiş Şolohov, meğer taşındığı evin sandığında bulmuş da yayımlamış romanı. Şurada 1975’ten bir haber var konuyla ilgili. Uçak manzaralarına bakalım, herkes kalpaklı, kürklü, ellerde mutlaka bir gazete, dergi veya kitap var. Sovyetler Birliği’nin kışlık kıyafeti belli: ayakta çizme, sırtta kürk ya da kürklü palto, başta kalpak. Terminaller stadyumlar kadar büyük Moskova’da, binlerce insan kışın ortasında dondurma yiyor. “Sovyetler Birliği’nde her şey çok büyük. Alanlar, caddeler, yapılar, parklar, heykeller, sinemalar, tiyatrolar, fabrikalar, devrim panoları, her şey.” (s. 25) Cengiz Aytmatov’un İstanbul’da söylediğini hatırlıyor Öz, her şey çok büyükmüş oralarda, dünyanın en büyük cüceleri oradaymış. Alma-Ata’da durum aynı, insanın gözü yoruluyor. Şehir gecenin bir köründe dahi pırıl pırıl, İstanbul’un veya Ankara’nın caddeleriyle kıyaslayınca apaydınlık. Gece 11’den sonra her yer kapanırmış ama yaşam devam edermiş sokaklarda, gezintiler ve ziyaretler. Öz’ü Oljas Süleymanov karşılamış, ülkenin en büyük şairlerinden biri, at eti ve votka ikram ettikten sonra Dede Korkut üzerine konuşmuşlar, sağlam dostluk. Yaşam standartlarına bakıyor biraz Öz, benzin sudan ucuz. Gerçekten öyle, maden suyundan daha ucuz ve fiyatı dünya çapındaki krizlerden hemen hiç etkilenmiyor. Otomobil ucuz ama burjuva geleneği diye satın almamayı tercih ediyorlar, onun yerine toplu taşıma araçlarını kullanıyorlar. Kolhoz manzaraları cenneti andırıyor, Öz’ün taraflı anlatımından okur ne çıkarırsa. Sovhozda da durum aynı, herkes hayatından pek memnun. Çocuklar ve gençler için okul dışında eğitimlerini sürdürecekleri kurumlar var, gidip sanat eğitimi alabiliyorlar. En iyisi de vatandaşlık maaşı herhalde, SSCB o zamanlar her yoldaşa 70 ruble aylık veriyormuş. Mülkiyet konusu açılıyor tekrar, sovhoz görevlisi herkesin inek satın alma hakkının olduğunu söylüyor ama pek kimse tercih etmiyormuş almayı, paylaşım daha revaçtaymış. “Tarım ve hayvancılık alanında görülen bu üstün çabalara karşılık, Sovyetler Birliği’nin her yıl dışarıdan tonlarca buğday satın aldığını bilmek, düşündürüyor insanı. Hem de Amerika Birleşik Devletleri’nden? Niye?” (s. 52) Kapalı alanlarda sigara içmek yasak, Öz defalarca uyarılmış. Bakıyorum başka ne var diye, Lenin’in ölüm tarihinin olmayışı var, Sovyetler Birliği’nin hiçbir yerinde Lenin’in ölümü belirtilmiyormuş çünkü her an aralarında, yanlarındaymış Lenin. Mezarının önündeki kuyruk ironik biraz, tabii manidar da. Leningrad’la Alma-Ata karışmaya başlıyor sonlara doğru, iki yerden karışık: Devrimcilerin kapatıldığı hücreleri gören Öz ürperiyor, Gorki’nin kaldığı hücreyi gördüğünde özellikle. “Çarın bu hücreleri, yine de 12 Mart hücrelerinden çok daha güzel, çok daha insanca.” (s. 68) Dostoyevski’nin evi çıkıyor sonra karşımıza, iki üç basamakla inilen bir kapıdan giriliyor, yazarın ölümünden sonra her şey korunmuş. Gerçi Dostoyevski’nin romanlarında “Petersburg” dediği Leningrad’da yirmi ev varmış öyle de Dostoyevski gençliğini geçirdiği eve yıllar sonra dönüp ölümü beklemeye başlamış, haliyle Öz’ün gittiği ev esas. Araştırmacılar yazarın romanlarındaki bilgilerden yola çıkarak yirmi evin konumunu belirlemeyi başarmışlar: “Dostoyevski’nin oturduğu bütün evlerin iki ortak özelliği varmış. Nedense yazar, yaşamak için hep köşebaşlarındaki yapıları seçermiş. Kesinlikle de, evlerin pencerelerinden biri bir kiliseye bakarmış. Bu ortak özellikleri öğrenmek şaşırtmıyor beni. Pencereye gidip bakıyorum, gerçekten eski bir kilise görünüyor karşıda.” (s. 79)
“Allı Turnam” gelenekten, meğer oralarda ev sahibi bir türkü söylediği zaman misafirin de kendi memleketinin havalarını söylemesi gerekirmiş, Öz’ün söylediği türkü o.
Cevap yaz