İsmail Kadare – Taş Kentin Kroniği

Çocukların gözünden dünya işte, zaman geçmezcesine sabit, olanlara şahitlik etmeseler kerterizleri yok çocukların geçişe dair. Her şey yeni, büyülü, yarım yamalak anlaşılır. Büyünün kendisi çift sarma büyü, topraktan çıkarılan çaputlar, torbalar bilinmeyen karanlık bir gücün hüküm sürebildiğini gösteriyor, gofret o gücün önünü alamıyor. Teyzelerin, ablaların söyledikleriyle kaideli dünya, onlar bilirler, yönlendirirler, döverler çünkü. Sarnıca bir haykırış, cevap geldiğinde suyun ruhuyla konuşma mı, cevap gelmeyince suyla dolu sarnıcın öfkesi mi, karışık. Anlatıcıya “Çocuk” diyelim, Çocuk taşların arasında büyüyor, eğimli şehir, insan boşluğa değil de başka evlerin çatısına düştüğüne göre bir başınalık buraya göre değil, sonradan komünizme gönül verecek okumuş gençlerin birbirlerini bulmaları makul. Dağın yüzeyine tırmanan kül rengi tuğlalar, geniş çeşmeler ve yollar, kaplumbağa kabuklarının içinde çok yaşam. “Kendi taş kalıntıları arasında insan yaşamını bir şekilde korumaya çalışan şehirden tüm o hayatlara istemeden de olsa acılar, yaralar ve darbeler isabet ediyordu. Ama çok normaldi bu. Çünkü şehrin tamamı taştandı ve elbette ki her bir dokunuşu soğuk ve sert olacaktı.” (s. 6) Yağmurları sıkıdır, sarnıcı doldurur doldurmaz komşular gelir, tanışırız, kovalar ve kaplarla gelirler, hepsini bir arada gören Çocuk sevinir. Oyun tarafından bir uğraş, kötü zamanlarda soluk. Nehir taşar, köprüyü yıkmaya çalışır, rüzgâr dağlardan, yol nehirden ve hepsi şehirden nefret eder Çocuk’a göre, yine de sevilesidir şehir çünkü tek başınadır doğaya karşı. Gökkuşağı açınca barış anlaşmasının imzalandığını düşünür Çocuk, ne yazık ki kısa süreli bir anlaşma olacaktır çünkü şehir işgal edilir, İtalyanlar fink atmaya başlarlar. Hayat olduğu gibi sürer o sıra, Çocuk en yakın arkadaşı İlir’le birlikte dünyayı keşfetmeye devam eder. Şehirde dolanırken biraz daha insan, Llukan’ın tekrar girene kadar hapisten çıktığını görürüz, bu adam şehir sürekli el değiştirmeye başlayınca durmadan girip çıkacak, bir türlü durulmayan şehrin sancılı değişimlerinin pek çok sembolünden birine dönüşecektir. Üst sınıftan kodamanlar hiçbir şeyin değişmemesi için kapılarını sıkı sıkı kapar, dünyanın bahçelerine, evlerine girmesini engellemeye çalışırlar, Yunanistan’la bağlantı kesilince yılan balığı yiyemedikleri için sızlanıp monarşinin geri dönmesini beklerler. Monark iyidir, allı verli korumada bir dünya markası. Dışarıda bizimkiler mezbahaya giderler, köylülerin kesmeye başladıkları hayvanları gördüklerinde mideleri bulanır, kan görmeye tahammülleri yoktur daha. Bombalar yağmaya başlamamıştır henüz, taşların kafalarına inmek için hazır beklediğini bilmezler. Ölümden döndükleri de olmuştur, keşif sırasında uçaklardan düşmeye başlayan noktaları önce merakla, sonra korkuyla izlemeye başlarlar, sığınağın çok uzağında oldukları için taşın tozun içinde kalırlar, daima çocukluklarından vuran iki entelektüel, genellikle züppe abilerinin onları bulmak için koşuşturmaları, toz toprak içinde kalıp sendeleyen çocukları telaşla kucaklayıp sığınağa koşturmaları hüzünlüdür, çarpıcıdır. Kadare büyüden sıyırır bir anda, gerçeğin katılığını hissettirecek kadar sert silker okuru, sarsar. İki taklası daha vardır, kroniği ayrı bir bölümle, işaretsiz akışla verir, dünyada ve ülkede neler olduğunu güncel bakışla verirken hikâyenin seyrini enstantanelerle belirler, misal Kako Pino’nun mahareti, gelinleri süslerken şehri de renklendirmesi bu kesitlerden birinde yer alır, sanki odak planlanır da anlatı hızı yavaşlar, donuk anda şehri biçimleyen ögelere dikkat kesiliriz.

Patlayan peynir fıçıları, başlara gelen diğer felaketler Mussolini’nin işine yaradığı için mi pörtler, Orta Çağ geleneklerinin canlanması işgalin sonucu mudur, çocuklar bütün bunlardan neden korkmazlar? “İlir büyüyü ateşe verdi ve yere attı. O yanarken biz gene çığlık atıyorduk. Sonra pantolonlarımızın düğmelerini açtık ve üstüne mutluluk çığlıkları ata ata küçük su dökmeye başladık.” (s. 43) İşiyorlar yani, böyle denmesi ayıp sanıyorum. Sarnıca büyü atıldıysa bütün suyu boşaltmak, depoyu iyi bir paklamak lazımdır, kolektif uğraş. İş yapılacaksa bir araya gelirler hemen, yardıma koşmayan azdır. Dayanışmanın kıtlığı aşamadığı zamanlarda annesinin babasına gönderilir Çocuk, orada bambaşka bir dünya var. Çingeneler kapıya gelip şamata çıkarırlar, dede şezlongunda uzanıp müziği dinler de barınak için para almaz onlardan. Türkçe kitaplarla doludur ev, Çocuk o kitapları okumak ister ama “Arap harflerinden oluşan sonsuz karmaşa”yı aşması zordur. Luan Starova’nın metinlerinde oralardan Osmanlı’nın, Türkiye’nin görünüşüyle ilgili malumat var, Babamın Kitapları‘nda özellikle, mevzuya burada girmiyorum. Çocuk’un Hamlet‘i okuyup dünyasını bir de kurmacaya bulaması hoştur, savaşı ve insanları Shakespeare’in derinliğiyle algılamaya başlaması matrak çıkarımlara yol açar. Suzana’yla ilişkisi bir başka güzellik, çocuk flörtü, kalp ağrısı.

Savaşla birlikte romanın ikinci bölümü başlar, daha doğrusu savaşın gündelik yaşama sirayet etmesiyle. Nehrin karşısına kurulan havalimanı şehirlilerin ilgisini çekse de ölümü de getirdiği için korkutucudur, yetişkinler giderek kapanırken çocuklar hummalı çalışmayı, ardından pistlere getirilen uçakları ilgiyle izlemeye başlarlar. Emirler kesindir, geceleri hiçbir ışık yakılmayacak, pencerelere kapkara perdeler çekilecek ve yaşam karanlığa gömülecektir artık, kaçarsız. “İki gece sonra, şehirde gazyağı lambası en son sönen kronikçi Xivo Gavo’nun evine, gözlem noktasından tüfekle ateş edilince herkes ‘karartma’yla dalga geçilmeyeceğini anladı. Vahşi gözlü biri her gece her noktayı, her tarafı gözlüyordu. Hiçbir ışık onun gözünden kaçmıyordu. Şehir mecburen karartmayı kabullendi.” (s. 77) Karanlıkta söylentiler yayılır, kimse neye inanacağını bilemez, mesela Yusuf Stalin diye birinin şehre gelip herkese kök söktüreceği söylenir ki Müslümandır adam, öyle işitilince şükredilir. Çocuk o sırada büyümenin aşamalarını fark eder, kelimelerin başka anlamlarının, derinliklerinin olduğunu fark eder, soyut düşünce yetisini geliştirir, böylece dünyası daha parlak ama akışkan hale gelir. Sirenler havayı daha uzunca yırtmaya başlar, sığınaklarda kayıtsızlıkla beklenir ölüm, Çocuk için hayatta kalma mücadelesi başlar. Sirenlerin çalışmadığı bir gün ani ve beklenmedik bir darbe yiyen şehrin sokakları delik deşik olur, evleri yıkılır, camları tuzla buz olur. Altmış iki kişi ölmüştür, üstelik başlangıçtır bu, İngilizlerin acıması yoktur. Hitler karşılık olarak Londra’yı bombalamaya başlayınca hayatta kalmak hünerdir artık. Trajikomik: “Bombalar aniden patladığında babaannem sanki can sıkıcı bir sinek kovar gibi elini sallardı ve diğer eli ile kulağını kapatıp ‘Patla e mi?’ derdi.” (s. 98) Yeni yeni uçaklar belirir gökte, kimi çok yukarılardan geçer, kimi daha alçaktan şehri bombalarken kaleye çıkan şehirliler Osmanlı zamanından kalma topu doldurup düşman uçağı düşürmeye çalışırlar. Sınırı çizmez Kadare, çok ciddi bir oyun oynar gerçekten, dehşetle komediyi iç içe geçiriverir. Şehirlilerin tuhaf huylarından küçük hikâyeler yaratır, her şeye rağmen yaşamın devindiğini anlatır. Artema usulüne başvurur bir yerde, şehrin Yunanlar ve Almanlar arasında defalarca gidip gelmesini hapishanelerin kapılarının açılıp kapatılması gibi değişimlerle işler. Havalimanı o arada terk edilir, dev bir bombardıman uçağına âşık olan Çocuk için facia. Rusların mekana gelmesiyle başka bir facia: hiçbir koşulda bölünmeyen topluluk nihayet bölünmüş, faşistlerle komünistler arasında silahlı mücadele başlamıştır, insanlar sokak ortasında infaz edilirler ki aralarında hikâyenin başından beri ilgiyle takip ettiğimiz karakterler de vardır.

Seviyorum ben bu büyülü benmerkezciliği. Çocuk unutmaya başladığı bir ismi noktalarla dolduruyor diyelim, buluştur, Kadare hayran olunası bir mucittir. Okunmasını tavsiye ederim bu metninin.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!