Anlatıyı kuruyorsunuz, belli bir olay örgüsü var, karakterleri çattınız, metne giriştiniz. Elinizdeki en geniş çerçeve bu, bunun içinde yapacaksınız ne yapacaksanız. Anlatı tamamlanacak, bir ikincisine girişip yeni bir çerçeve oluşturacaksınız, ilkini bu çerçeveye oturturken anlatı gerçekliğini değiştireceksiniz, ilkinde yaptığınız numaraların bazılarını anlatacaksınız, bazı karakterlerin aslında anlattığınız gerçekliğe/kurmacaya sığmadığını açıklayacaksınız, ortak veya apayrı bir örgü oluşturacaksınız. Sonra bir üçüncüsü, dördüncüsü gelecek, ilk çerçevenin büyüklüğü bir anda küçülecek, aslında en küçük çerçeve olduğu ortaya çıkacak, yapının kendisiyken bir anda diğer yapıların temeli haline gelecek. Anlatıcı olarak sabitsiniz, bütün değişimlerden kurtulan siz olacaksınız. Üstkurmacasıydı, metametiniydi, edebiyatın temel taşlarını anlatınıza dahil edeceksiniz, yanınızda Sancho vazifesi gören biriyle yolculuk ederken Gombrowicz’in günlüklerinin üslubuna yanlayacaksınız, okurlarınız neleri yakalayamadıklarını, hangi metinleri kaçırdıklarını merak edecek, Matruşka’nın kaç parçadan oluştuğunu çözmeye çalışacak. Notlar aldıracaksınız, katmanlarınıza sövdüreceksiniz ama hayranlık da duyuracaksınız. Sadece oynamayacaksınız, meselelerinizle de anlatıya zenginlik katacaksınız. Vila-Matas’sınız siz, o değil misiniz? Epigrafta Blanchot’nun yok olmak için ne yapılacağını sormasını anacaksınız, anlatınızdaki anlatıcı yok olmanın izlerini arayacak, kendini kurguların arasındaki karanlık bir köşeye sıkıştırmaya çalışacak.
İlk bölüme “Montano Hastalığı” dediniz, anlatıcınız ünlü bir yazar olan oğlu Montana’nın yazamama hastalığından kendi de mustarip. Anlatıda da kullanılan kip değişimine öyküneyim, siz siz olmaktan çıktınız artık, sadece okursunuz. Anlatıcı Fransa’ya giderek oğlu Montana’yı ziyaret ediyor, ünlü bir eleştirmenden ünlü bir yazara, babadan oğula iyi dilekler, iyi niyetler, bir yazarı taklit eden başka bir yazara dair öneri için teşekkür. İnsanların çift yaratıldığına dair bir alıntı geliyor sonra, Saramago’ya gizli bir selam mı yollanıyor diye düşünüyor insan, hatta, işte dediğim gibi, gönderme var mı, varsa hangilerini yakaladım, kaçırdıklarım nelerdi diye manyak oldum bir ara, oklar çıkararak başka metinlerin isimlerini yazdım, doğrudan adı geçenleri, anıştırılanları kaydettim ama anlatım tekniklerinin, olay örgüsünün, üslubun kopyalandığı bölümler varsa kaçtı çoğu. Neyse, anlatıcı bütün hayatının alıntılardan ibaret olmasından ötürü çok sıkıntılı, yaşamı başkalarının düşüncelerinden, metinlerinden ibaret, metinleşmiş bir yaşamı var. Oğlunda da aynı şey var, adam yazamıyor artık. Hiçbir şey yazamıyor, tıkanmış durumda, hastalığın etkilerinden biri. Anlatıcının ikinci eşi Rosa durumdan oldukça şikayetçi, adamın günden güne kitap sayfalarına dönüştüğünü görerek acı çekiyor. Bu hastalığın bir kırılmayla ortaya çıktığı düşünülebilir ki doğru da olur, anlatıcının ilk eşi gözler önünde kendini aşağı bırakıveriyor, intihar ediyor, oğlan bu yüzden babasını suçladığı için aralarındaki saygı kaybolmasa da sevginin yerini nefret almış, oğlan babasından bazen alenen, çoğunlukla gizli gizli nefret ediyor. Baba oğlunun tıkanıklığı yavaş yavaş aşmaya çalıştığını görerek memnun oluyor, oğlundan gelen metinleri beğenerek okuyor, böylece hastalığı daha da ilerliyor bir açıdan. Freud bunu beğenirdi, babasını kendi metinleriyle yaşamdan koparan bir yazar. “Edebi sinestezi” denebilecek bir durum var ortada, yaşamda karşılaşılan her bir sürpriz için farklı metinler anımsanıyor, bunun yanında bellek düşünüldüğü zaman akla Hamlet ve Borges geliyor, öyküler ve soneler hatırlanıyor, oyunlardaki karakterler canlandırılıyor, bitimsiz bir akış. Nantes veya Barselona, neresi olursa olsun orada doğan yazarlar, oraya seyahat eden yazarlar, yolu oradan geçen, oranın yakınlarında ölen yazarlar bir bir ortaya çıkıyorlar, metinlerinden parçalar anımsanıyor, bu sırada anlatıcı rahatsızlığını tahlil ediyor, yaşamının kurmacaya dönüşme biçimlerini ele alarak oğluyla ilişkisini Hamlet’in ilişkilerine bağlıyor mesela, okuduğu metinlerin sayısı kadar dünya canlanıyor gözlerinin önünde. Hamlet’in geçirdiği beş evreyi Montano’yla ilişkisine uyarlıyor, tartışmaları, diyalogları bu beş evrim dahilinde madde madde inceliyor. Çok iyi fikir. Hastalığı yüzünden bir metnin içine hapsolduğunu düşünmesiyle göz kırpıyoruz biz de, gördüğünü biliyoruz. Günlüklerden bahsetmeye başlıyor sonra, ikinci bölüme hazırlık. Bütün bunlardan kurtulmak için Şili’ye gidiyor, zamanında eşiyle gittiği zamanki dostlarıyla bir araya geliyor, Felipe Tongoy nam adamın, pilot arkadaşının bahsi ilk kez geçiyor, sonraki bölümlerde bu insanların bambaşka insanlar olduklarını, kurmacaya nasıl katıldıklarını göreceğiz. Bütün bunlar bir günlüğün içinde çoğalıyor, anlatıcı günlük tutarak neler yaşadığını bir bir kaydediyor, tabii günlüğün de günlük olmadığını öğreneceğiz. Hatta hemen öğrenelim, ikinci bölümde günlükle ilgili uluslararası bir konferansa katılmak için hazırlanan anlatıcının Montano Hastalığı‘nı gerçek hayatını kurma biçimi olarak gördüğünü anlayacağız. Olayları, karakterleri açıklayacak, Montano diye birinin aslında olmadığını öğreneceğiz, bu kez farklı bir meşgale bularak yazarların günlüklerine sarılacak ve her günlüğü kendi yaşamının bir parçasıymış gibi belleyecek, üslupları bir parça olsun taklit edecek, üstelik günlüklerle de sınırlanmayacak, vitrinlere bakarken kendini Dickens’ın çocuk karakterlerine, hemen ardından Musil’in nitelikten yoksun adamına benzetecek. “Edebi parazitliği” çocukluğunda aşk şiirlerini apardığı şairlerden kaptığını söylemesi ilginç, bunu acayip işler yapan müzisyenler de söylüyor örneğin, “hatun kaldırmak” için müziğe başladıklarını anlatıyorlar şakayla karışık. Bu da bir nevi kişilik kurma olsa gerek, hikâyeye ihtiyaç duyan zihnin yaratımı. Çeşitli günlüklerden çeşitli alıntılar, Musil’den kendini kurma, Kafka’dan otoriteyle mücadele, yine tutulan bir günlük ve günlüğün içinde günlükler, karmaşık yapı. Üçüncü katmanda bu tutulan günlük dinleyicilere/okurlara sunulacak, konferans için yapılan bir çalışma haline gelecek. İstemsiz bellek geri getirilebildiği her şeyi yeni verileriyle karıştırınca bilinç bir kuantum çorbasına dönüyor ister istemez, algılanamayan uzamın kaostan ibaret olmasının tersi bu kez, okunan, işitilen, sezilen her şey için tek bir yaşam, karakterlerin bambaşka özelliklerinin katmanlarla ortaya çıktığı, kurmacanın gerçekliği dayatmasa da verdikleriyle yarattığı gerçeklik algısının durmadan değiştiği kısa bir hayat. Gördüğümüz kadarıyla kısa, geçmişin ve geleceğin kurulmasından ötürü şimdinin mutlaklığı anlatıcının elindeki tek dayanak noktası. Günlük bu açıdan iyi bir tercih, ne zaman yazılırsa yazılsın hep şimdide, anımsamalar şimdiye ait, gelecek planları o an için var, zamanın akışı son derece belirgin, duru. Her anlatım tekniğine açık bir form aynı zamanda, yaşamı olduğu gibi taşıyor. Pessoa’nın personaları her bir güne ayrı ayrı dağıtılabilir ki anlatıcı huzursuzluğu anarken kendi huzursuzluğunu da çeşitlemiş oluyor, her gün için bir anlatıcı, anılan her günlük için bir kaynak, yaşanan her yaşam için tek bir yaşam. “En nihayetinde, bizimki kadar içler acısı bir çağda edebiyat tek kurtuluşumuzsa, bu kadar edebi olduğum için neden özür dilemem gerektiğini de sorguluyorum. Varlığım bütünüyle edebiyattan oluşmalı.” (s. 205)
“Budapeşte Teorisi” sıradaki bölüm, sonra bir başka bölüm, böyle gidiyor, Prag’ın dokunulmazlığıyla bitiyor, Kafka’nın yürüdüğü sokakların gösterdiği yol kaybolmayacak. Akış aniden kesildikten sonra elde ne kaldığını düşünüyorum, müthiş bir metni okumanın hazzı var, postmodernizmin ilginç bir örneğiyle karşılaşmanın mutluluğu da olsun, kendini edebiyata dönüştüren bir anlatıcının yolculuğu tabii, hasılı çok iyi bir metin. Benim favorim yine Kâğıttan İnsanlar ama, şimdi kıyaslama da ne kadar doğru olur bilemiyorum, yine de türün örneklerini düşündüğümde biçemin daha kusursuz bir örneğini -belki henüz- görmedim. Neyse, Vila-Matas’ı pek çok iyi yazar övmüş, az bile söylemişler. Kurmacaya doyacaksınız, okuyun bence.
Cevap yaz