Bu tür metinler doksanlarda zirveyi gördü, sonra ortadan ağır ağır kayboldu sanırım. Sözcüklerle pek oynamıyor Macun, bir iki muzipliğinin dışında atmosferi morfoloji üzerinden kurduğu yok. İmgesel anlatıma yaslanıyor, belli başlı izlekler üzerinden yakalanan zamanı anlatıyor, yağmurun açtığı oyuğu biçimliyor daha çok. Kâğıda dokunan elle toprağa düşen yağmurun etkisini çok parçalı anlatıda birleştirmek hoş buluş, hemen hemen bütün metni bu buluşun üzerine kurmak boğucu olabiliyor, yine de anlatıcının deneyimleri düğümü çözmeyi biliyor. Paragraflar arasında yer yer anlam dağınıklığı ortaya çıksa da maksadın bu dağınıklıkla ilgili olduğu bariz, rüya motifinin ağırlıklı olduğu bölümlerde özellikle ortaya çıkıyor bu. Yaşantı anlatısı, bir yere varmayan ama varması da beklenmeyen. Sevenini pek görmedim ama ânın deneyimleniş biçimleri zenginlik gösterdiyse tamam o metin, bana yeter. Macun’un metni de müthiş zırva bölümlerine rağmen yetti, Queen’den Dylan’a pek çok sanatçıya göndermeler var, ara sıra karşımıza çıkıp anlatıyı zenginleştiriyorlar, özellikle bir bölümde Freddie Mercury’nin ölümüne dair bir paragrafla karşılaşıyoruz, konunun geri kalanıyla o kadar ilgisiz ki anlatıcı kötü haberi alır almaz metne yerleştirmiş sanki. Plakların resmi geçidinde Queen’in yeri önemli anlaşıldığı kadarıyla, Mercury’nin şerefine takılan plak otuz yıl öncesinin kâğıda geçirilmiş kaydı. Bölümleri/öyküleri bağlantılarıyla ele almasak da olur, “martılarla balıklar” nam bölüm müziksiz, şarkısız, sadece martılarla dünyanın ilişkisine odaklanıyor. Pek çok ilişki çeşidine odaklanıyor daha doğrusu, “yağmur-martı” bölümünü düzyazı şiir olarak görebiliriz. Tüylü-tüysüz şapkalar damlarda, bacalarda meskundur, damı kopmuş “apartımanların” tepelerinde dolanırlar, çocukluğumuzdan beri seslerini duyduğumuz martılardan biri göğün çok ötesine yükselir, ölmeden önce çıkmıştır oralara. Ansızın diyalog başlar, biri martıların yükseklere uçamayacağını söylerken diğeri anlatılanın aldatmaca olup olmadığını sorar. Metin her zaman kendinin farkında değildir ama bazen böyle yükselişlerle kurmacayı anımsatır, martıların aslında martı olarak görülmeyebileceklerini hatırlatır. “Sen” der anlatıcı, martıların öldüklerini, yükseklerden düştüklerini ve kalıntılarının sokağı hüzünlendirdiğini biliyorsun, çocukluğundan çıkardığındır bu, yağmurların dinmediği zamanlardan birkaç anı. En sonunda yağmur duracak ama bir kış sabahında, kar için de ayrı bir bölüm olduğunu söyleyeyim. “martı-deniz”de uçmanın ayaklarla deniz arasındaki temasın bitmesiyle başladığı anlatılır, martılar yazları vapurların yanı sıra uçarak simit, çörek yerler, “sen” onun gri imgesini hatırlarsın, yaşamına sirayet etmiştir, konuşan martı mıdır bilinmez: “Aklınıza birdenbire deniz geldiğinde hatırlanmak isterim. Şöyle soğuk bir havada, biraz yağmurlu. İçrek bir kasaba kuytusunda… Ve soluğunuz genişken, soluğunuz üzerimdeyken hatırlanmak isterim.” (s. 66) Kışın kar tanelerinin ölümü, denize düşmeleri en engin ölüm, dönüşümün tam kalbi. Yavaşça suya inen taneler, vapurun herhangi bir yerine düşenler diğerleri kadar şanslı değil. Martıların tüyleri arasına düşüp erimek isteyenler kanatları ıslatıyor ister istemez, üşütüyor hayvancıkları, özellikle tüysüz tepelerde bir soğukluk. “ölüm-martı”yla bitireyim bu bahsi, tek bir uzun cümle. Beton ve kumla kuşatılmış birer beyaz yürekçik, ölü denizcilerin ruhları. Hep taze tutulan, kederle veya umutla canlanan şehrin kuytularında uçuşsuz ve kaçışsız beyaz noktalar, griler, adını unuttuğumuz veya bilmediğimiz masal aleminden düşüş.
Her bölümden önce epigraf niyetine birkaç dize, “yağmuruykusu”nunki eylül yağmurlarının sokakları yağmur gezginine çevirdiğini söylüyor, yollar gezginlerle birlikte yürüyor çünkü su akıyor durmadan, göğün indiği yerde süreğen devinim anlatıcının elindeki kalemle bir. Metnin geri kalanı için örnek paragraf: “Şimdi kış olmalı. Şimdi bütün öyküleri soğuk gecelerin, bütün üşümeleri ıssız şehirlerin, kırpık kırpık. Pencerelerin hepsi açık, kapıların hepsi hafifçe aralık, vazoların ikisi de dolu dolu. Sevişmeler kapıkomşusu. Öpücüklerin hepsi isterik. Mevsimini bilmediğimiz her an yakınımızda. Dışarıda hazin bir yağmurun ılıklığı. Öğle sonu.” (s. 73) Boğuculuktan kastım bu aslında, erotizme gönül vermiş anlatıcının birilerini durduk yere seviştirmesi, öpüştürmesi ve dürttürmesi lüzumsuz libido yükselişleri olarak dan diye karşımıza çıkıyor, tabii bunu yağmurun, suyun akışkanlığından doğan birtakım cinsel falan filan, evet, kısacası mevsimlerden öpüş zamanı, günlerden birtakım aşk hamleleri, saatlerden naçar okşamaların dermansız gömbüşmeleri, dakikalardan sessiz kuşlar kadar eski bir temas. Başkaca radyo sesi, yağmurlar ülkesinde bir anlatıcı, hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyor, yüzü aynı kalacak, ayakta eskiyecek, yağmur yağdığı zaman mezar gölgelerine, kuş kanatlarına, salıncağa sinecek kokusu, Miles Davis’in dzıbızubu soloları duyulacak. “Pencerekiri yüklü yağmur ardından ışık yüklü ev içlerine bakıyor. Işıklar, ışıklar ve ışıklar. Yağmurbuğusu ardında insan suretleri. Sokak hep orada. Üzerinde seyrek adımlar.” (s. 79) Necati Tosuner der, her buluşu metne sokuşturmak zorunda değiliz, buluş parlak olabilir ve anlatı başka bir yöne sapmak isteyebilir ama yolunda ilerleyen metne orasından burasından ağırlık asmak nesi? Bazı bölümler bu yüzden çok ağır, o an kaç kişinin radyo dinlediğini düşünmekle kaç yağmur damlasının yere indiğini düşünmek bir yerde birleşir, iyidir, tıkanmaya yaklaşınca başka bir yüze, yağmurun bilinmeyen bir yüzüne geçmeli. Yeniköy’de ve Florya’da yağan yağmurun başka bir yerdeki yağmurla benzerlikleri ve farklılıkları mesela, buraya gelecek ayrı bir metin olabilirdi, olmadı. Çaylar, sigaralar içiliyor, yağmur durmadan yağıyor ve kalem yazıyor, mevzu bu. Çok sıktı, bu bölümü bırakıyorum.
“size adanan”la bitireceğim, en doğurgan biçem bunda herhalde. Ayların nitelikleri kısa bölümler halinde karşımıza çıkıyor, mesela eylülde ölü balıkların ellere doluştuğunu ve terlemenin bir türlü kesilmediğini görüyoruz, balıklar için habitat. Bunun dışında pencere yine açık, üst baş dağınık, sabaha kadar dinlenecek bir ıslaklık var kulakta. Ağustos ikindileri birilerinin sinemalara doluştuğu, eski Fransız filmlerinin izlendiği sarı zamanlar. Mayıs kaçamaklarında günlerin sıralanışı hafta sonunun özlemle beklendiğini gösteriyor, pazartesilerin ölümünden sonra bir bir devrilen günlerin getirdiği ferahlık cumanın batan güneşinde zirveye varıyor. Haziran ölümlerinde göğe yükselen ezanlar, minareler ölümün kolay olduğunu hatırlatıyor, yanına şemsiye alanlar bunların hepsinden korunabilirler. Nisan sabahları anlatıcıyla birlikte otobüse binen diğeriyle ilgili, aşka benzer bir şey doğmuş belli ki. Aynı saatte durağa geliyorlar, binip gidiyorlar bir yerlere, yollar başka türlü kesişmiyor. Rengi uçmuş biletlerin kumbaralara atılışında o zamanın şimdisi, şimdinin nostaljisi var, mor veya yeşil biletleri atardık bir zamanlar, daha çocuktuk ve çaresiz, trenlerde biletçiler cart diye yırtarlardı biletleri, 2000’lerin başında okuldan kaçıp İzmit’e giderken aldıklarımı kutuda saklıyorum şimdi, hatırlamak istediğim biri var. Neyse, eylül kuşu gelmesi beklenen için. Gelecek ve uyuyacak, bir uyku uyunacak ve bölünecek, anlatıcı yağmurun hep yağdığını söyleyecek yine, çalan telefonlara bakılmayacak, radyodan odaya yayılan melodilere kulak asılmayacak, kapılar açılmayacak, eylül yalnızlığı bir kuşun gelmesiyle son bulacak. Benim de sabrım son bulduğu için eylül bulutuyla bitireceğim, anlatıcı ellerinde mor sözcükler biriktirdiğini söylüyor, kekredilinde mor. Olukmuş, serpeymiş, söylenmeliymiş, yazılmalıymış o sözcükler, parmak uçları vücutta gezginmiş, yolculuklara çıkılmalıymış. Kısacası sürekli olan bir şeyler varmış ama bunlar anlatıcının düşleminden doğanlarsa gerçekliğe çarparmış, gerçekse odaya, sokağa, şehre yayılırmış da yansırmış, geri dönermiş, kâğıda girermiş, kısa düş parçaları olarak karşımıza çıkarmış.
Macun’un Çınar’dan çıkan bir metni daha var, başkaca da bir şeyi basılmamış. Bu metnini sahaflarda bulabilirsiniz, keçiboynuzu tadı bırakabilir, bir şey diyemiyorum.
Cevap yaz