Bir kilo et elde etmek için litrelerce su, kilolarca yem, canavar gibi elektrik gerekiyor, bunlar için suyu dürtüyoruz, ağaçları kesiyoruz falan fişman, bunları biliyoruz. Neleri kaybediyoruz, kaybettiklerimizi geri alabilir miyiz, geri almak için kimler hangi çalışmaları yapıyor, teknolojiyi doğayı korumak için kullanabilir miyiz? Wilson bu soruların cevaplarını veriyor, hatta dünya üzerinde görece bakir kalmış alanların listesini çıkartarak faunanın, floranın korunacak ne varsa her şeyin bir listesini çıkartıyor. İnsanlığı tokatlıyor biraz, dünyanın geçirdiği onca çağdan sonra geldiği noktayı sanki bir başlangıçmış gibi ele aldığımızı, bu bakış açısıyla doğanın üzerinde hakkımız varmış gibi hissettiğimizi söylüyor. Biz de bir sonucuz oysa, evrimin halkalarından biriyiz, dünya bizim sömürümüz için yaratılmış değil. “Ruh ve beden olarak bizler, bizi yaratan Holosen bölümün çocuklarıyız, ama ondan sonra gelen Antroposen çağına uyum sağlamaktan çok uzağız.” (s. 12) Sanayi Devrimi’yle birlikte uçuşa geçen, avcılık-toplayıcılık döneminde başlayan bir murdarlaştırma uğraşımız var, mevcut ekosistemi duman ettikten sonra şu kızılderili bilgenin sözüne geliyoruz, paranın yenecek bir şey olmadığını anlamamak için dünyanın yarısını olduğu gibi bırakmamız gerekiyor. “Yarım-dünya” ekosistemin varlığını sürdürmesi, türlerin doğal yaşamlarının istikrara kavuşması için gerekli, yapılan araştırmalar gösteriyor ki hayvan gibi tüketmezsek, kirletmezsek bu yarı insanlığın varlığını sürdürmesini sağlayacak, yoksa milyarlarca yıllık bir dengeyi haşat edeceğiz. Geri dönülemez noktaya çok yakın olduğumuzu söylüyor Wilson, gerçi bu geri dönülemezlik insan merkezli bir bakış için geçerli tabii, yoksa biz bu dünyadan göçtükten sonra Dünya mutlu mesut dönmeye devam eder, yeni türler yükselir, bazıları çöküşe geçer falan. Biz yine de bu dünyanın bir parçasıyız, o halde azıcık akıllı olmamız gerekiyor. Dev sürüngenleri ortadan kaldıran asteroit memeliler için altın çağı başlatmış oldu, böylesi büyük bir felaketin benzerine yol açmamak için biyosferi korumak gerekiyor. Biyosfer incecik bir katman, dünyadaki bütün canlıların bulunduğu katman. Yerin altındaki konumunun nereye kadar uzandığı bilinmiyor açıkçası, 3 kilometre derinlikte bile yaşam formları bulunabiliyor, tabii kilometrelerce yüksekte ve okyanus diplerinde, hatta dibin altındaki katmanlarda bile mikroskobik canlılar var, bazıları zor yaşam koşullarına öyle ilginç uyum sağlamışlar ki beslenme biçimleri, üremeleri falan akla hayale gelmeyecek biçimlerde gerçekleşiyor. Sırf balinanın kemiklerindeki bir sıvıyla beslenen bakteriler var derinlerde, leş yiyiciler olarak anılıyorlar, organik maddelerin kokularını çok uzak mesafelerden alabiliyorlar, geçirdikleri evrim dudak uçuklatıcı. Bunlar yine koruyabiliyorlar kendilerini, oralara kadar inemediğimiz için faunayı berbat etmemişiz ama yeryüzünde durum vahim. Coğrafi şartlara uyum sağlamış, milyonlarca yıl boyunca en ideal forma evrimleşmiş bitkiler bir kez ortadan kalktıktan sonra istilacılar beliriyor hemen, ortamı bozup çoraklaştırıyorlar. Çok uzun vadede yeni bir ekosistemin doğacağı malumsa da insanın yaşam süresi kısacık olduğu için faydanın maksimize edilebileceği bir ortak yaşam alanı yaratılması gerekiyor böyle bir bozunumdan sonra, bu alan da bizim çağımızın başladığı zamanki özellikleri taşıyan alan işte. Kısacası bozduğumuz her şeyi düzeltirsek, ekosistemin dinamikleriyle oynamazsak bir problem yok, örneğin Çin’de hastalıkları tedavi ettiğine inanılan gergedan boynuzu için gergedanların soyunu tüketmezsek -ki tüketmişiz, bazı türlerin son elli yılda soyları tükenmiş- birbirlerini ne ölçüde bağlı olduğunu bilmediğimiz sayısız yaşam formunun düzenini bozmamış oluruz. Aynı şekilde mercan resiflerindeki zengin faunayı da yok etmememiz gerekiyor, gen çorbasını iyice bir karıştırmaktan başka etkimiz olmamalı. Wilson karıncalarla uğraşan bir bilim insanı, her gittiği yerde birkaç tür karıncayı keşfedip sınıflandırıyor, söylediğine göre sınıflandırılmayı bekleyen milyonlarca canlı var, her aileden. Bütün dünyayı her şekilde keşfettiğimizle böbürlensek de gerçek bambaşka, bilinmeyen türlerin biyosfere etkileri hakkında hiçbir fikrimiz yok. 23. yüzyıla kadar biyoçeşitliliğin tam bir kaydına ulaşamayacakmışız, dolayısıyla istilacı türler hakkında da bilinenler dışında tam bir bilgi sahibi olamayacağız. Geçenlerde bir haberde gördüm, Sibirya’dan buralara, Doğu Karadeniz’e bir tilki türü gelmiş galiba, kendi faunasında dengeli bir şekilde üreyen ve ölen bir canlı, oysa burada doğal düşmanları olmadığı için ölçüsüzce yayılıp bölgenin yapısını darmaduman edebilirmiş. Bu hayvanların doğal alanlarında kalmaması insan kaynaklı tabii, Hawaii’deki kuşların soylarının tükenmesi, yağmur ormanlarının ortadan kalkması gibi örneklerle tabloyu iyice vahimleştirebiliriz.
Wilson bu istilacıları ele alıyor, soyu tükenen veya tükenme tehlikesi altındaki türleri doğal yaşam alanlarındaki görevleri açısından inceliyor, çıkardığı korkunç tabloya göre biz dünyada var olmasaydık bu hayvanlar 877 kat daha yavaş bir hızla ortadan kalkacaklarken şimdi akıl almaz bir ivmeyle oradan kayboluyorlar. Kendimizi tanrı olarak görmemiz gezegenin ağır bedeller ödemesine neden oluyor ne yazık ki. “Biz hâlâ bilgece, uzun dönemli kararlar alamayacak kadar açgözlü, ileriyi göremeyen, birbiriyle savaşan kabilelere ayrılmış durumdayız. Zamanımızın çoğunda bir meyve ağacını ele geçirmek için savaşan maymunlar ordusu gibi hareket ediyoruz.” (s. 53) Habitat küçüldükçe küçülüyor, bu sırada ülkeler birbiriyle anlaşma imzalıyor ama “ortak malların trajedisi” denen bir nane gereken önlemlerin alınmasını geciktiriyor. Basit, ortada on elma var, dört kişiyiz. Aramızda anlaşma yapıp her gün bir elmayı dörde bölüp yemeye karar veriyoruz ama diğerlerine güvenemediğimiz için hakkımızdan fazlasını alıyoruz gizlice, böyle bir şey. En son ABD işte, Kyoto Sözleşmesi’ydi galiba, uymuyor buna, hayvan gibi karbon salmaya devam ediyor, dünyadaki enerji sarfiyatının neredeyse yarısının sorumlusu. Neden, çünkü Antroposen ideoloji. Wilson bize Oxford’dan Harvard’dan, çeşit çeşit üniversiteden bilim insanlarının sözlerini aktarıyor, neler döndüğünü öğreniyoruz. “Bu görüşü savunanlar, esas itibarıyla, Yeryüzü’nün biyoçeşitliliğini korumak için gösterilen geleneksel çabaların başarısızlığa uğradığını iddia ediyorlar. El değmemiş doğa artık yok ve gerçek yabanıllık ancak imgelemin bir uydurması olarak yaşıyor.” (s. 73) Doğadan geriye ne kaldıysa doğayı korumak için kullanacaklar ama önce insanın faydasını gözetecekler, “yeni koruma” denen bu sömürü biçimiyle doğayı çevirebildikleri kadar metaya çevirecekler kısacası. Gezegenin sahibi olduklarını düşünenlere karşı savaş yürütmek doğrudan sermayeye savaş açmak demek, sermayenin üniversiteleri, devletleri, kurum ve kuruluşları var, rahatlıkla satın aldığı bilim insanlarını da düşünelim, Wilson umutlu ama çok zor bir savaş bu. Öte yanda yine bilim insanları ve natüralist araştırmacılar var, akademi bu ikinci gruptaki heveslileri iyice dışlamış olsa da ellerinden geleni yaparak uğraşıyorlar, finanse ettikleri projelerle doğal bitki örtüsünü canlandırmaya çalışıyorlar, hayvan popülasyonu artsın diye uğraşıyorlar falan, genelin bakışıyla deli bu adamlar, yarınlar varmış gibi yaşıyorlar, bir dünya para harcayıp gezegeni hayatta tutmaya çalışıyorlar. Helal bunlara be. Wilson ikisinin uğraşlarını anlatıyor, hayranlık duyuyorsunuz.
“Hasar görmüş bir ekosistemin kendi kendini iyileştireceğine veya orijinal yerli türlerin yerine fonksiyonel yabancı denklerinin konması ile güvenli biçimde restore edileceğine inananlar, hasar vermeden önce bir kez daha düşünmenizi öneririm.” (s. 109) Ben de öneririm, milyarlarca yıllık ekosistemin girdisi çıktısı tam olarak bilinmeden, evrim basamakları tam olarak anlaşılmadan, biyosferdeki bütün canlı türleri keşfedilmeden, insanı her şeyin önüne koyarak yapılacak iyileştirme çalışmaları faciaya yol açabilir. Çok alakasız olacak ama King’in bir öyküsünü hatırladım şimdi, dâhi kardeş dünyanın ayvayı yemesini durduracak bir formül geliştiriyor, bütün dünyaya yaymak için bu formülü aktif bir yanardağın içine atıyor. Sonrası facia. Eh, bizim de pek zamanımız kalmadı gerçekten, tek bir hakkımız var belki, Wilson’a göre bu hakkı çok iyi kullanmak zorundayız, yoksa geriye pek bir şey kalmayacak.
İyi araştırma, okunmasını tavsiye ederim.
Cevap yaz