Kudret Emiroğlu sözlü kültürümüzün çok uzun sürdüğünü, yazılı kültürden hoppadak görsel kültüre geçişimizle yazının imkanlarından yeterince yararlanamadığımızı söyler, yazıyla alakamız yüz küsur yılcıktır ve halkın okuma yazma oranı daha yeni yeni yükselmiştir, haliyle yazının bu topraklardaki özgül ağırlığı pek hissedilmemiştir. Pek kimse okumaz zaten, görsel devrimle birlikte yazının işi iyice zora düşmüştür ama bir avuç insan kıymet bildiğinden halk hikâyeleri modernizmle veya modernizme rağmen metinleşmiştir. Biçemsel özelliklerin yansıtılması birkaç yazarın tercihinden öteye gitmez gerçi, yazıyla sözü uyuşturmaya çalışan yeni örnekler varsa da art alan çok geniş değildir, tarih darboğazdır yazıya. Nedir, Galeano’nun metinleri de böyle kültürel bir geçişliliği gösterir bence, tanıklıklar ve söylenceler nesilden nesle aktarılabilecek kadar kısacık. Sözlü halleri çok az değişirdi muhtemelen. Galeano hikâye anlatıcısı gibi gezmiştir dünyayı, topladığı anlatıları yazıya döküp sabitlemiştir. Aslında ilginç olurdu, diyelim Amazon’un kıyısında bir kabilenin hikâyelerini dinledik, birini yazıya geçirip bir kasaya koyduk. On bin yıl sonra kasayı açıyoruz, kabileye gidip hikâyenin son halini dinliyoruz, metindeki hikâyeyle sözelini kıyaslıyoruz. Emiroğlu’nun anlattığına göre bu kabilelerden birinin anlattıklarında fantastik denebilecek canlılar varmış, dinleyenler hikâyelerdeki üfürmeleri düşünmüşler de yıllar sonra kabilenin bölgesinde yapılan kazılarda o canlıların fosilleri çıkmış ortaya. Hikâyeler kulaktan kulağa, yüzyıldan yüzyıla, pek bir değişiklik yok. Yaşam biçimi, kozmogoni, gerçeklik değişmedikten sonra hikâyeler aynı, dünyanın geri kalanından uzak yaşam o insanların kâğıdı. Galeano bir parça yenilik katar anlattıklarına, güncel vaziyetle kıyaslamalar yapar veya yeniyi söylenceleştirir, misal İspanya İç Savaşı’ndan sonra iş bulamayan adamın yaşamı. Kimse iş vermez ona, kapılar bir bir yüzüne kapanır, sofu eşinin sitemlerine katlanırken oğlunun İncil’den okuduğu parçaları dinlermiş. “Bu öyküyü bana yıllar sonra, bahtsız işçinin oğlu Josep Verdura anlattı. Sürgün olarak geldiğim Barcelona’da anlattı bunları bana.” (s. 20) Çocuğun babasına dünyayı kimin yarattığına dair sorusu, babanın cevabı şahane, cevapla birlikte anlatının sona ermesi de şahane, tam eski usul. Dayanılmaz acılar çekmiş işçi sınıfının, Güney Amerika’nın meselleri geleneksel anlatıyla birleşince uzamın en ucuna yerleşiveriyor, çağları aşan bir destanın parçalarına dönüşüyor. “Dünya”da bir adam mesela, gökyüzüne tırmanabiliyor, yaşamın yukarıdan nasıl göründüğünü anlatıyor inince: minik alevler denizi. Adam Kolombiya’nın kıyılarındaki küçük bir kasabada yaşıyor, ben onu astronot olarak hayal ediyorum, sonra halüsinojen etkisi altında bir yerli, ateşin başında hikâyeler anlatan biri, mucizevi bir insan. Galeano bu alev denizlerinden kıvılcımları çekip alıyor, Oslo’da şarkılar söyleyip öyküler anlatan bir kadını. Cebinden ufak kâğıt parçacıkları çekip okuyor, iki şarkının arasına sıkıştırdığı yazı, belki de türlerin sentezidir bu kadın. “İşte böylece bu kadın, ölmüş, unutulmuş kişileri diriltiyor, bir yandan da ceplerinin derinliklerinden, adına insan denen ve konuşmayı hayat sayan hayvanın serüven ve aşkları fışkırıyordu.” (s. 23) Çocukken yorganının altında gizlice bir roman okuyan kızı yaşamı boyunca yalnız bırakmayan o izi biliyoruz, o kız gibi çok uzak yerlere gitmişizdir, çok okumuşuzdur, yaşlanmışızdır ve bütün bunlar o romanın açtığı pencereden, pencere sayesinde olmuştur, görürüz de bilmeyiz, unutmuşuzdur romanı, hiçbir şey kalmamıştır geriye, hayatımızdan başka. JR’ye neden JR olduğunu soruyorlar, verilecek vasat cevaplardan birini veriyor JR, asıl söyleyeceklerini sanatıyla ortaya koyuyor. O parıltı yoksa bir bakışla, sözle, farkında olmadan gösteririz o izi, yabancılarız çünkü kaynağını hatırlamayız, alışmışızdır çünkü bir parçamızdır artık. JR’nin filmini izlediniz mi, çok iyi.
İspanyol İç Savaşı’na katılan yüzbaşı Franco’nun saflarındayken bir elini kaybeder, bir dünya madalya kazanır ama asıl madalyayı César Vallejo’nun şiirlerini okuyarak alacaktır. Yasaklı bir kitaptır elindeki, yüzbaşı bir satır okur, bir satır daha okur, sabaha kadar döne döne bütün şiirleri. Ertesi sabah ordudan istifa eder, hapse atılır ve sürgün edilir. Gerçekliğin abartısı makuldür, zorbalığın varacağı yer söylencelerdeki zorbalığı da makul hale getirir. Dağın tepesine çıkıp canavarla dövüşmesi gereken adam kimsenin cesaret edemediğini yapacaktır, bütün olağanüstülük bundan ibarettir aslında, gidilmeyen yerden sesi duyulan varlık hem tuhaf hem tekinsizdir, hem bu dünyaya kendini zorla sokmuştur hem de bilinmeyenin sınırları içindedir. Tam söylencelik. Sesin terbiyesini yerlilerden de biliyor Galeano, Kızılderili kabilelerinden birinin geleneği kafa kesmek. Düşman dirilmesin diye kafasını alıyorlar, kurutup küçülterek avuca sığacak hale getiriyorlar ama yetmiyor, ölümü kesinlemek için ağzını dikiyorlar ki ses çıkarmasın kafa, öldüğü pekişsin. Diğer yanda sesle hayatta kalanlar var, Uruguay’da diktatörün hışmına uğrayıp hapse atılanlar. İletişim tümden yasaklandığı için duvara vurarak iletişim kuran iki mahkum, hayattan vazgeçmemek için yeterince güç toplamışlar, on yılı aşkın bir süre boyunca konuşmuşlar, geride bıraktıkları kadınları anlatmışlar, tartışmışlar, kavga etmişler, hepsi duvardan gelen tıkırtılarla. Galeano’nun kıssadan hissesi: “Yürekten geliyorsa, konuşmak gereksinmesinden kaynaklanıyorsa, insan sesini kimse susturamaz. Ağız olmazsa eller ve gözlerle, gözeneklerle, ne bulursa onunla konuşur. Çünkü her birimizin ötekine söyleyecek bir şeyleri vardır; başkalarınca kutlanması ya da bağışlanması gereken bir şeyler.” (s. 30) Ses bir kere kısıldıktan sonra kolay kolay yükselmeyendir ayrıca, Uruguay’daki komünistlerin şahitliği gösterir. 1930’larda komünistlerin avlandığı Brezilya’dan kaçan Portinari kendini Montevideo’daki bir eve kapatır. Uruguay’daki komünistler toplumsal gerçekçilik konusunu karara bağlamak isterler, bu sebeple saygın yoldaşlarının görüşünü almak önem kazanır. Ne ki gece gündüz resim yaptığı bilinen Portinari kapısı çalındığı zaman orada olmadığını söyler, orada olmadığını o kadar iyi anlatmıştır ki kapısına gelenler orada olmadığını gerçekten bildiklerini, yine de fikrini duymak istediklerini söylerler. Portinari önce bilmediğini, sonra sanatın ya sanat ya da bok olduğunu belirtir. Toplumcu gerçekçilik sözcüklerin sırtına yüklenen mesaj değildir, estetik yapıyı göz ardı ettikçe slogandan öteye geçmez. Geçmelidir, eleştiriye açık olmalıdır hatta içerikçe kendinden olmayana da açık olmalıdır. Necati Tosuner’e, “Bu ne yahu, hep birey hep birey, azıcık toplumcu olsana,” diyen Asım Bezirci’nin görmediğini görmelidir mesela, ailenin ve toplumun türlü baskısındaki kodları okuyabilmelidir, ne bileyim.
Fotoğrafla ilgili iki hikâye, öznenin istencini düşününce karşıt kutuplar belki. Chinolope ayakkabı boyar, gazete satar, sonra yoksulluktan kurtulmak için Havana’dan New York’a gider. Birinin verdiği eski bir fotoğraf makinesiyle dolaşmaya başlar, silah seslerinin geldiği berbere girince gangster Albert Anastasia’nın ölüsüyle karşılaşır, deklanşöre basar. Daha ilk seferinde zengin olur, üne kavuşur çünkü ölümü fotoğraflamıştır. Ölüyü değil, ölüm olayın şahidi berberin yüzündedir. Diğer hikâyede Julio bir savaşın ortasındadır, El Salvador’un en uzun süren savaşında askerle gerillayı çeker. İkizlerden ayrı düşmüştür, birlikte savaştığı ikizlere fotoğraf çekmeyi öğretmiştir bir zaman. Kaybettiği gençleri bir duvar dibinde bulur, biri ölmüştür de diğeri ölmeye yakındır, belki tam tersi, ölüm yine de çok uzak değildir. Makinesini eline alır Julio, kardeşleri vizörün tam ortasına yerleştirir, hayatının fotoğrafını çekmek üzeredir. Bir, iki, Julio’nun parmağı inmez aşağı, fotoğrafı çekmeden sessizce oradan uzaklaşır. Bazı acılara inemiyor o parmak, aklıma Kevin Carter geldi. Fotoğrafının mizansen olduğu söyleniyor, öyle olmadığını düşünelim, akbabanın izlediği çocuğun fotoğrafı ölümle dolu. Carter’ın intiharı amacına ulaştığı için. Chinolope aynı sebepten hayatta kalabildi.
Galeano’nun insanları sihirli, kalemi gibi.
Cevap yaz