Müfettiş Ali bir roman kahramanıdır ama görünene göre Fas’ın en yaşayan, canlı insanıdır. Yaratıcısı Brahim Oruk kendi halinde bir yazardır, eşi ve çocuklarıyla mutlu mesut yaşamaktadır ama kazandığı dünya çapındaki ün yüzünden sıkıntı çeker. Pek de ahlaklı biri olduğunu söyleyemeyiz, Ermenistan ve Filistin gibi meselelerle ilgili imza toplanacağı zaman en önde koşar çünkü kitaplarının satmasını istemektedir. Yoklukla boğuşurken karaladığı Müfettiş Ali’nin onca başarı kazanmasından sonra kendisi de karakterinin yaşadığını sanır, beyninde adamın konuşmaları yankılanır, hani yaşamını kurmacaya göre belirleyecektir neredeyse. Çaba harcamasına da gerek yok, arkadaşı Komiser Melih’in söylediğine göre yeni bir roman yazmaya başladığı duyulmuş, Müfettiş Ali bu kutlu haberi yaymıştır çoktan. İyidir, arkadaşının kazık yememesi için elinden geleni yapmaktadır Melih, hukuku çiğnediği zamanlarda bile Oruk’un başının üstündedir. Nedir, kasapta karşılaşırlar, ilikli kemiği ayıklayan kasaba bir sert çıkar Melih, karşılarındakinin acayip ünlü bir yazar olduğunu söyler, kasap hiç mi televizyon izlememektedir yahu? Evinde televizyon olmadığını söyleyecektir kasap, lafı ağzına tıkılır, tehdit edilir. Halkın yoksullukla imtihanını çok az görürüz çünkü Oruk’un oralara bakmaya niyeti yoktur, evinin dışına pek çıkmaz. Chraïbi matrak bir yazar, zamanla oynamayı da seviyor, Melih’in konferanslardan bahsetmesiyle birlikte hemen ilk konferansa atlıyoruz mesela. Üniversitenin dekanı kapıda karşılıyor da Oruk’un hiçbir metnini okumamış çünkü zamanı yokmuş, çok ayıp. Televizyon için yaptığı dizileriyse kaçırmamış, öyle tuhaf konuları nereden buluyormuş Oruk? Çok küçük iğneler var, gözden kaçmasın diye birini alayım: “‘Giriş konuşmamı kısa tutacağım. Çünkü, millî yazarımızı tanımayan var mı? Tüm dünyada, hatta Cezayir’de bile çok ünlü.’” (s. 57) O kadar ünlü ki peynir ekmek gibi satılıyor kitapları, hatta tren garlarında, otobüs terminallerinde, bakkallarda ve “bakanlıklarda” bile var. Bu kadar ünlü bir yazar hakkında neden yazılar çıkmıyor peki, eserleri neden akademisyenlerce değerlendirilmiyor da Tahar Ben Jelloun gibi fazla satmayan birinin kitapları değerlendiriliyor? Fransızca yazan diğer Mağripli yazarların eserleri didik didik edilirken Oruk’a yapılan bu haksızlık unutulmamalı, üç ayda bir polisiye roman patlatan Oruk halkın sevgilisi, gönüllerin sultanı. Metinlerinde yaratılışla ilgili sorulara cevaplar ararken Müfettiş Ali’yi olmayacak durumların içine sokuyor, acayip hallerden kurtarıyor, “polisiyenin olanakları”nı kullanarak nefis kurgular yaratıyor. Şu son yazdığı metnin sonunu gördüğümüzde anlarız biraz, Muhammed adlı karakterine polislerin önünde ter döktüren Oruk, Muhammed’in anlattığı ve en sonunda adını söylediği -Kuran- kurmaca metni hikâyeye aldığı an başına gelecekleri bilmiyor, bildiğini sanmıyorum çünkü düşüncelerine hakimsek de burası muğlak. Sokaktayken öfkeli bir kalabalık etrafını çevirince polislerin yardımıyla çemberi yarması da ilginç, halk görmezden gelinmeye alıştığı için her kaba kuvvete yol açıyor, hemen siniyor ve tepkisi anlıktan öteye gitmiyor. Toplumun pasifize edilmesine dair eleştiriler çok sağlam, bir o kadar da belirsiz, Chraïbi sadece Oruk’un bakış açısını sunduğu için karakter için önemli olan neyse okur için de önemli olan oymuş gibi, oysa değil. Yazarlıktan ayrılmayalım, yayınevinin yetkilisi hemen bir takma isim belirliyor Oruk’a çünkü o Mağrip kokan isimle pek şansı yok, Batılı bir yazar havasına bürünse Doğu’nun mistisizmini, egzotikliğini anlatan bir modern yazar olarak zenginliğe kavuşabilir ve kavuşturabilir. Konferanstan Melih’in yanına döndük nihayet, adam hemen bir polisiye kurgu başlatarak yeni romandan nasıl haberdar olduğunu soru-cevap faslıyla anlatıyor, bilgilerden bilgilere ulaşırken kimleri gözaltına aldığını, kimlere korku saldığını bir bir sıralıyor. Polis dehşeti komik olur mu, müthiş ofansif şakalar olarak görmemek zor bunu. Sağlam ironi, Chraïbi nalına mıhına vuruyor. Fransa’nın kılına zarar gelmiyor bu arada, o kadar da vurmuyor.
Esas bir hikâye var, Oruk’un eşi Fiona’nın annesiyle babası ziyarete gelecek ilk kez, İskoçya’dan Fas’a bir kültür turu. Şoklardan şok beğenecekler, Jock eve gelir gelmez yemek faslında arıza çıkarmaya başlayıp kızının yerel kıyafetleri yüzünden huysuz ihtiyar rolüne bürünecek. Susan daha ılımlı ama boğazı şak diye kesilen horozu görünce bayılıyor tabii, her şeyin ansızın gerçekleştiği sıcak coğrafyada yaşaması mümkün değil. Uyum sağlıyorlar bir süre sonra, ne olursa olsun insanlar sıcakkanlı. Mesela eşek vakası: Jock “bir eşek kadar aptal” deyimini kullanır sohbet ederken, torunu Tarık bu söze içerler, dışarı çıkacaklarken kapının önüne çok sevdiği eşeğini diker ve Jock’un çıkmasına izin vermez. Çeviride kaybolan anlamı açıklarlar ama Tarık kararlıdır, dedesi eşeğinden özür dileyecektir. Birkaç gün önce olsa Jock sinirden kafayı yiyecekken torunlarını sevdiği, Fas’a alıştığı için diz çöker, eşekten özür diler ve eşek bir ıslıkla çekilir kapıdan. Brit küstahlığı eser miktarda varsa da kaybolur, asıl sorun Oruk’ta: “Yirminci yüzyılın sonunda, bu hamallar, bu muhtaç insanlar, bu dilenciler paramparça inançları ve bomboş mideleriyle nasıl yaşıyorlardı? Ne onların ne de benim, inançlarımız konusunda şüphemiz yoktu. Dayanıklılıkları ve sabırları konusunda da. Tıpkı cahilliklerine rağmen, bilgi ve kültürle dolu düzenli ulusları yenen Allah’ın atlıları gibi eğitimsizdiler ve kaderlerine inanıyorlardı. Dilleri renkli bir tarihî filmden daha resimliydi ve ifadenin de ötesinde var oluşun en basit halinde yaşıyordu.” (s. 181) Rahat bir yaşam, hizmetçi durmadan çalışıyor ve aileyle belli bir yakınlık kurmasına izni var, şükür. Şoför, iyi gıda, genişçe bir ev. Oruk halkı bilmeden halkı yazarak para kazanıyor, aslında kendinden isteneni satıyor denebilir. Aptalca bir adam aynı zamanda, harcadığının ayarı olmadığı için bankacı bir arkadaşının paçalarını tutuşturuyor çünkü bankanın muslukları nihayet kapanınca kabak bu arkadaşın kafasında patlamış, adam durumu telaşla anlatınca Fransa’daki banka hesabını hatırlıyor Oruk, hemen telefon edip malvarlığını öğreniyor. A, Fiona sayesinde parası var, Körfez Savaşı sırasında birtakım kâğıtlara sağlam yatırım yapıp iyi para kazanmış Fiona, savaştan bulmuş yolunu. Fırsatçılıkları, gamsızlıkları o kadar gölgede ki hikâyeyi bir yazarın kayınpederiyle, bankacısıyla, kurmacasıyla çekişmesi olarak görmek işten değil, yine de arkaya bakmalı. “Yüzyıllık ülkemizin efsanevî misafirperverliği unutulur mu? Bütün Fas’ı enine boyuna, Tanca’dan Agadir’e kat ettim. Lüks, sessizlik, dinginlik ve XXI. yüzyıl modernizmi… Ne küçük bir köy, ne yoksul bir ev ne de bir fellah veya eşek gördüm. Sanki hepsi modernliğin zaferi altında yok olmuştu. Ve benimle konuşan insanlar özenle giyinmişler, seçkin, hatta edebî bir dil konuşuyorlardı. Sartre’ı, George Friedman’ı, Julia Kristeva’yı okumuşlardı.” (s. 131) Edebiyatı da bilmez Oruk, devletin kültür işleriyle ilgilenen üst düzey bir yetkiliyle karşılaştığı zaman yetkilinin edebî göndermelerini anlamaz, Gide’i duymamıştır, sohbette adı geçen yazarlarla ilgili hiçbir fikri yoktur da bu Kristeva ne oluyor o zaman, sadece isim olarak aklında diye düşünmeli. Hiçbir durumda rezil olmaz Oruk, yazıya daldığı zaman kimseyle ilgilenmez, defalarca arayan bankacı arkadaşının telefonlarına çıkmaz, Tarık’ın deli gibi küfür edip saygısızca davranmasıyla ilgili hiçbir şey yapmaz. Üçüncü çocuğunu eline alacağı ânı bekler, Fiona’nın doğumunda oradadır ama doğacak çocuğa dair hiçbir düşüncesi yoktur. Sopalık bir adam, Fransızlardan daha Fransız bir Afrikalı. Para kazandığı sürece sömürülmeye ve sömürmeye razı. Has bir karakter.
İlginç bir metin, denk gelen okumalı. Doğan’ın 2000’lerin başında bastığı metinler böyle, dikkate değer en az bir yanı var.
Cevap yaz