İlk söyleşiler 1970’ten, sonrakiler günümüze doğru yaklaşıyor. Darbelerin ve kâğıt kıtlığının izini çoğu söyleşide görüyoruz, 1980’lerde öyle bir kıtlık yaşanmış ki -kâğıt ve insanlık adına- nice genç yazarların kaybolup gittiği söyleniyor. Ferit Edgü’ye göre edebiyatımızın en büyük problemi bu kâğıt kıtlığı, ikincisi de yazarların kutuplaşması. Dünyanın hiçbir yerinde iki yazarın güreş meydanına çıkarılır gibi karşı karşıya getirilmediğini söylüyor Edgü, yazarların kendi yazı serüvenlerinin incelenmediğinden, yazarların yakın oldukları ideolojik görüşe göre değer biçildiğinden şikayetçi. Söyleşi kırk yıl önce yapılmış, nispeten daha belirsiz bir ayrımdan şikayetçi Edgü. Günümüzde bu kutuplaşma öylesine keskin ki taraflar kendi ödüllerini kendi yazarları arasında paylaştırıyorlar, muhafazakâr bir yazarın Sait Faik’i kazandığını düşünemiyorum, tam tersi de geçerli. Herkes kendi çalıp kendi oynuyor. Aday eserlerin tamamının okunmadığından, ödülün “bizim oğlana” verildiğinden bahsetmeye de lüzum yok, bir dünya çarpıklık yüzünden bu ödül alan eserleri okumamayı tercih ediyorum açıkçası, birkaç kez hayal kırıklığına uğradıktan sonra ucunu bıraktım. Neyse, Edgü’ye göre Türk romancının ikilemi yerellik/evrensellik sorunu. Sorun yerelse biçimin evrensel olması gerektiğini söylüyor, sağlam bir yapı, iyi bir dil olacak metinde, yoksa evrenselliğe ulaşamıyor, egzotik kalıyor. Kalsın. Kalmasın mı? Çok temelden yaklaşıyorum, Perec’in bir banka oturup caddeyi izlediği, gördüklerini sıraladığı metinleri hatırladım, burada yerelliği/evrenselliği aramalı mıyız, daha doğrusu bunu doğrudan bulmalı mıyız? Caddeden yaşlı bir adam ve yaşlı bir kadın geçiyor, birkaç kuş geçiyor, otobüsler geçiyor, zaman geçiyor. Sırf zaman geçtiği için bile evrenselliğe ulaşılmıyor mu? Sadece sorulardan oluşan bir metinden bahsediliyordu bir yerde, arka arkaya 3.000 soru diyelim. “Kahvenizi şekerli mi içiyorsunuz?”, “Evinizin zili kuş sesi mi?”, “Kredi kartı şifreniz simetrik bir şekil oluşturuyor mu?” gibi bir dünya soruyu okuduğunuzu düşünün, sorular sadece size, okura yöneltilmiş ama okur tercihlerinden ötürü kendini toplumun içinde bir yere konumluyor. Sadece anlatım tekniği değil, sadece konu değil, yerellik/evrensellik arayışı değil, edebiyat hiçbir şekilde sınırlanmayacak bir yapıya sahip. Bunların hepsini ve çok daha fazlasını içeriyor. Anlatılarda sınırları hissettiğim anda, mesajın kör göze parmak şeklinde verildiğini sezdiğimde bitiyor artık, daha fazla okumak istemiyorum. Mekânın, karakterlerin kuruluşunda belli oluyor bu, bir amaç uğruna yazılan her metin yavan, tatsız bir şeye dönüşüyor. Sadece anlatmak için anlatmanın koca dünyaları taşıyabildiği malum, çok da düşünülmeden yazıldığı izlenimini uyandıran metinler çok daha çekici. Yaşar Kemal de değiniyor bu meseleye, Homeros’tan günümüze kadar gelen hikâye anlatıcılığından bahsederek metinlerini bu anlatımla kurduğunu söylüyor, böylece evrenselliği yakalıyor, üslup üzerine bir görüş. Doris Lessing’in önce Terörist, sonradan İyi Terörist adıyla basılan metnini hatırlıyorum, işgal evlerinden bombalı eylemlere kadar pek çok olay anlatılıyor, son derece politik bir roman. Düz anlatı, buna rağmen tek bir karakterin eylemleri, kişiliği üzerinden ilerler, diğer karakterleri tanırız, ara ara geri dönüşlerle karakterin geçmişinden bilgi kırıntısı ediniriz biraz, bu kadar. Britanya’daki mücadele bize hiç de uzak değil üstelik, şahane romandır, meseleye sarılmadan anlatır anlatacağını, hoştur. Bilemiyorum ya, bir tek bana mı önemsizmiş gibi geliyor bu yerel/evrensel çatışması veya üslup kaygısı? Huzursuzuz, tedirginiz ve zaman zaman mutsuzuz, yazıyoruz. Kafam basmadı bu yerellik meselesine, bilmiyorum, bana her şey yerel ve evrensel geliyor, yeter ki kurguya kakılmasın, çapak yapmasın. Whitehead’in köleleri anlattığı metin son tahlilde yerel mi örneğin, sanmıyorum. İnsanın olduğu yerde her şey evrensel. Hayvanın olduğu yerde de öyle, Hugo Loetscher’ın öykülerinde olduğu gibi.
Bir dünya yazar ve şair var, bazılarının cevaplarını ele alacağım. Yaşar Kemal’in Nobel’le ilgili söyledikleri pek hoş, Alman gazetelerine verdiği demecin Nobel’e oynamasına yorulmasını tatlı tatlı eleştiriyor mesela, sonuçta iyi ki Nobel’i almadığını, yoksa bütün yazarlarımızın Alman gazetelerine arka arkaya röportaj vermeye çalışacağını söylüyor. Kendi üslubundan bahsediyor biraz, sesini çağlar öncesinin metinlerinden aldığını söylüyor. Memet Fuat’ın Yaşar Kemal’le ilgili bir yazısı var, muhtemelen bu görüşten yola çıkarak Yaşar Kemal’in iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu, her hikâye anlatıcısı gibi bir noktanın üzerinden tekrar tekrar geçtiğini ve biraz gevezeliğe vurduğunu da muzipçe anlatıyor.
Behçet Necatigil’in görüşleri de ilgi çekici, Evler‘den önceki şiirlerini inkâr ediyor, tahkiyeden şiire geçtiği dönemin sonrasını ele alıyor. Divan şiirini sevdiğini ve sonsuz bir kaynak olarak kullandığını söylüyor, eğitiminden ve soyadından anlıyoruz zaten. İdeolojinin olduğu yerde sanatın olmayacağı fikrini Yahya Kemal’den beslenerek edindi muhtemelen, Nâzım Hikmet’e mesafeli duruşu da bundan, oysa bu da çoktan aşılmış bir şey, toplumcu ve toplumcu olmayan yazarların, şairlerin söyleşilerinde sanatın ideolojiden beslenebileceğine dair pek çok görüş var. Orhan Veli’yi ve arkadaşlarını ele alarak şiiri ayağa düşürdüklerini söylüyor sonra: “Banal nüktelerle şiir yazılacağı sanısı uzun bir süre genç şairlerin harcanmasına yol açtı. Bunda suç yüzde seksen Ataç’tadır.” (s. 10) Şiir zaptiyeliğine soyunuyor Necatigil, zamanını kendince takip eden, kendi çapının dışını göremeyen bir şair. İlhan Berk’in, Oktay Rifat’ın söyleşileri bu açıdan çok daha ufuk açıcıdır, öncüllerini ve ardıllarını tarafsızca ele alıyorlar, birkaç eleştirileri var, bunun dışında şiirin nasıl yazılıp yazılamayacağına dair kural saçmıyorlar sağa sola, hoş. Bu konuda belki de en alçak gönüllüce davranan sanatçı Cevdet Kudret, çağının şiirinin yaptığı sıçramaları görünce şiiri bırakmayı yeğlemiş, beslendiği kaynaklardan yeni bir şey çıkaramamasının da etkisi var tabii. Denemeleri de iyidir Cevdet Kudret’in ama pek bahsetmiyor onlardan, öğretmenliğinden bahsediyor. İlginçtir, Milli Eğitim’in sürmek istediği ilk öğretmen kendisi. 1950’de DP başa gelince dönemin Milli Eğitim Bakanı tarafından sürülmeye çalışılmış. İstifa etmiş, eşinin yeğeninin adını kullanarak ders kitapları yazmış, Nihat Sami Banarlı’yla birlikte birkaç kişi durumu anlayınca şikayet etmişler, Kudret’in kitapları yasaklanmış. TDK döneminde de zorluklar yaşamış Kudret, dille ilgili yazılarında detaylarıyla anlatıyor.
Birkaç söyleşide sanatçının göreviyle ilgili görüşler var, onlarla bitireyim. Malum, pedofiliyle ilgili bir öykü yazdığınız zaman sapık damgası yiyorsunuz, sahnede yaptığınız bir espri yüzünden hapse atılabiliyorsunuz, korkunç bir ülkede yaşıyoruz. Her şeyin mizahı yapılır, edebiyatın konusu her şey olabilir, ne sansür ne otosansür uygulanmamalı ama şartlar da belli. Neyse, Adalet Ağaoğlu sanatçıların özgür olmaları gerektiğinden, her konuyu cesurca ele almalarının öneminden bahsediyor uzunca, Leylâ Erbil’in de benzer görüşleri var. Erhan Bener uç fikirlerin toplumsal yaşam felsefesi olarak dayatılmaması gerektiğini söylüyor mesela, anlamsız. Kimin “felsefesi”, karakterin mi, yazarın mı, okurun mu? Daha da önemlisi, bunun bir önemi var mı? İşi bir diğer yanı, böylesi bir baskı birörnekliğe yol açıyor karşı tarafta. Yalçın Tosun’un öyküleri Yalçın Tosun’un öyküleri olarak iyi, benzerlerinin yazılması duyarlılığı artırmak açısından elbette değerli ama edebi anlamda da değersiz. Gerçi yıllardır öylesi bir cenderedeyiz ki edebiliği ikinci plana atabilirmişiz gibi geliyor çoğu zaman. Bunu da bilemiyorum.
Tomris Uyar, Hilmi Yavuz, Necati Cumalı, Kemal Özer, Demir Özlü, Akşit Göktürk, pek çok isim. Geçtiğimiz yüzyılın edebi ortamını da görebilirsiniz söyleşilerde, çok hoş anılar var. Okunası.
Cevap yaz