Ali Ayçil’e göre Buzzati’nin bu ilk metninde Tatar Çölü‘nün nüvesini bulabiliriz. Sadece bekleme izleğini düşünürsek doğru, dağın başındaki bir cephaneliğin güvenliğini sağlayan adamların bekleyişi anlamsız çünkü yapımından vazgeçilen bir yol için temin edilen patlayıcılar hiç kullanılmayacak, başka bir yere götürülmeyecek, ondan fazla adam neyi bekliyor o zaman? Haydutları tabii, Tatarlar ortaya hiç çıkmasalar da haydutlar mekânı gerçekten basıp birilerini öldürebiliyorlar. Anlatıda Kafka havası eser miktarda var, büyülü gerçekçiliğe varan damarla birlikte çok renkli bir doğa ağırlığı çekiyor. Çevirmen Elçin Kumru’nun takdir edilesi önsözünde Buzzati’nin röportajlarından kesitler var, şunu alıntılamalıyım: “‘İlk çocukluk anılarının her yazar için temel bir aşama olduğu kanısındayım. Çocukken edindiğim en güçlü izlenimlerimi, doğduğum yer olan Belluno, etrafını saran yabanıl dağlar ve iki adım ileride yer alan Dolomitler oluşturdu.’” (s. 12) Çocukluğun animizmini metninde yaşatmış Buzzati, dağların fısıltısı, suların şırıltısı, yaprakların hışırtısı bir konuşmanın parçalarıymış gibi hissediliyor, Barnabo’yu yıllar sonra ormanın, dağların içine çekenler de bu canlılık duygusu zaten. Dağa tırmanma tutkusunu yaşlılığında da yitirmeyen Buzzati rüyalarında baş döndüren kayalıklara çıktığını, dipsiz uçurumlardan aşağı baktığını görürmüş, Tatar Çölü‘ndeki dünyanın dümdüzlüğü kasvetin kaynağıyken bu metindeki engebeler bir Barnabo için mutluluk kaynağı. Buzzati için de tabii, okumaya başlar başlamaz tasvir üzerine tasvirle karşılaşmanın, ilerleyen bölümlerde coğrafyanın yavaş yavaş inşa edilmesinin çocukluğa dönüşün verdiği sevinçle bir ilgisi olmalı. San Nicola kasabasının orman bekçilerinin kaldıkları ev, evden ormanın içlerine doğru giden beş patika, Col Verde Tepesi ve diğer coğrafi yapıları gördükten sonra bekçilerin şefi Del Colle’yle tanışıyoruz. Keyfi yerinde, o gün anlatacak pek çok hikâyesi var, sırayla Ermedia Bey’in tepelerde kaybolduğunu, yol yapım çalışmasının “dağları kendi haline bırakmak gerektiği için” nasıl yarım kaldığını öğreniriz. Silik geçmişin bir parçası daha sunulur bu bölümde, çalışmaların durdurulmasından sonra subaylar keşif gezisine çıkarlar ve silah deposunu görürler, bütün mayınlar ve patlayıcılar o depoya taşındıktan sonra önünde eli silahlı bir adamın nöbet tutmasına karar verilir. Nöbeti devralacak bekçi her akşam “Mardenlerin evi” denen kulübeden çıkarak ormanlık yoldan yürür ve iki saat sonra cephaneliğe varır. Her seferinde üç nöbetçi beklemek zorundadır orada, Del Colle’nin hikâyelerini anlatmaya devam ederken değindiği Darrio’nun söylediklerine bakarsak dağlarda hırsızlar var, cezaevlerinden kaçıp tepelere sığınmışlar, zaman zaman ortaya çıkıyorlar. Yeşil şapkalı on iki adamın yabandaki yalnızlığı bu yüzden, kimi orman bekçisi çocuğu, kimi yakınlarda yaşayan ailelerin çocuğu, uzaklardan gelenler de var, tek bir amaç için oradalar. Buzzati geçen zamanı belirsizleştirerek anlatısına gizem katıyor bu noktada, bekçilerin kaldıkları evin ne zaman yapıldığı bilinmiyor, vadi yollarından yürüyüp gelenler “o sonu gelmez ve tozlu güneşin yakıp kavurduğu” yolların yerini unutmuşlar, hiç kimse geri dönemez. Öyle ki bekçilik yapan oğlunun bir tırmanış sırasında öldüğünü öğrenen baba çıkıp gelir, Del Colle’den oğlunun bedenini göstermesini ister. Bunun mümkün olmadığını boş yere anlatmaya çalışır Del Colle, en sonunda adamın inanması için birlikte yola çıkarlar ve ulaşılamaz bir tepeyi göstererek bedenin orada olduğunu söyler. En yüksek noktaya çıksalar da ötesi yoktur, ölen adam doğanın ölümcül nimetiyle çıkmıştır yukarı, babası durumu anladıktan sonra tepeye son bir kez bakarak aşağı inmeyi kabul eder. Öte bilinmez, haydutların izleri bulunamadığı için onlar da öteye aittir, bekçiler tekinsiz atmosferin tam ortasındadır. Anlatının dili de bilinmeyeni daha duyulur kılar. Bir de şu: “Geldikleri vadilerde ne gölge ne de rüzgâr vardı; nadiren çeşmeye rastlanırdı. Hep dümdüz gitmek gerekirdi; biraz ileride gölgesi olan bir bitki var; son bir gayret. Ayaklar kurşun gibi ağırlaştı, direnin geldik.” (s. 23) Karakterleriyle birlikte okurunu da sırtlanan bir anlatı, pek hoş.
Del Colle’nin öldürülmesiyle aksiyon başlar. Yaşlı adam devriye atarken ormanın homurtularını duyunca nihayet cinlerle karşılaşacağını düşünür, karşısına çıkan adamı görünce şaşırsa da onu zaptetmeyi başarır. Ne ki diğerini görmemiştir, kurşunu yer ve hayatını kaybeder. Cesedi sabah bulunur, şapkası en yüksek tepelerden birinin yakınlarına dikilir ve anısı yaşatılır. Tabii tüfekler duvarlardan indirilir, haydut avı başlar ama kimse bulunamaz, bir süre sonra silahlar duvarda bıraktıkları izlerin üzerine asılırlar. Bekçiler daha temkinli bir şekilde tararlar etrafı, bu sırada Barnabo’nun kargalarla olan münasebeti başlar. Kovulduktan sonra da yanında taşıdığı karga ona ormanları hatırlatacak, geri dönmesi için zorlayacaktır adeta. Barnabo bir gün yine etrafı kolaçan ederken cephaneliğe dönüş yolundaki hareketliliği görür, haydutlar iki arkadaşını vururken o korkusundan gizlenir ve uzunca bir süre ortaya çıkmaz. Diğerlerinin yanına döndüğünde hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yapsa da yırtamaz tabii, görev yerini terk ettiği için kovulur, yakın arkadaşı Berton’la vedalaştıktan sonra kuzeninin çiftliğine doğru yola çıkar. Çiftlik yaşamına kısa sürede ayak uydursa da dağlara duyduğu özlem dinmek bilmez, birkaç yıl sonra Berton’un ziyaretiyle birlikte dönme isteği iyice artar, nihayetinde iki arkadaş sözleşerek trene binmeye ve San Nicola’ya gitmeye karar verirler. Barnabo belirledikleri saatte istasyona varır, gelen trende arkadaşını göremeyince çiftliğe dönmeyi düşünür ama içinden gelen belli belirsiz bir dürtüyle trene atlar. Arkadaşını trende bulur, her şeyin başladığı yere doğru yolculuğa başlarlar. Bu sırada cephanelikteki bütün mühimmat en sonunda taşınmıştır, geride hiçbir şey kalmaz, böylece bekçiler de civardaki farklı işlere kaydırılırlar. İki kafadarın geri dönmesine görünürde sevinirler, ertesi gün bekçilerin evinde buluşup eğlenmeye söz verirler. Barnabo silahını kuşanmıştır, üniforması üzerindedir, mutlulukla yola çıkıp eve varır. Son çatışmada haydutlardan birinin sonraki yıl tekrar geleceklerini söylemesi yılın belli bir zamanında ortaya çıkacaklarını düşündürür, haydutlarla son bir kez karşılaşmak için hazırlık yapar Barnabu, silahını temizleyip doldurur, pusuya yatar ve arkadaşlarının gelmesini bekler. Kandırılmıştır oysa, kimse gelmez, koca ormanın içinde bir başınadır. Daha da önemlisi değişmiştir artık, ovada çalıştığı yıllarda yumuşamasının yanında cephaneliğin ortadan kaldırılmasıyla orada olmanın anlamını da yitirmiştir. Bu yüzden hışırtıları duyduğunda ilk gördüğünü vurmak için nişan alır, namlunun ucundaki adamları uzunca bir süre izlese de tetiği çekmez. Dört adam cephaneliğin boş olduğunu görürler, yaşlı olanı izlendiklerini söyleyip etrafına bakınsa da Barnabo’yu göremezler. Pusuya yattığı yerde düşünür Barnabo, her şey günün birinde yok olacak ve güneş her sabah dünyayı aydınlatacak, döngünün sonsuzluğunda o dört adamı vurmasının anlamı yok. “İşte Barnabo geri dönüyor. Az önce dağlarda bir nevi büyü bozuldu. Dağlar artık tamamen yalnız kaldı; ne haydutlar ne cinler… Bunların hepsi bitti. Yavaş adımlarıyla ormanın arasından ilerliyor.” (s. 148) Büyüyü paylaşacak kimse olmadığı için bir şeyleri yitirdiğini düşünür Barnabo, eli bu yüzden tetiğe gitmez, sonrasında da geçmişini anarak kasabaya geri döner.
Buzzati’nin hikâyelerinde görülen sihirli dünyanın izlerini bu kitapta bulabiliyoruz, daha da önemlisi sihirle insanın ilişkisi Barnabu’da somut bir biçimde ortaya çıkıyor. Buzzati’yi sevenler yazarın yola nereden çıktığını görmek isterlerse bu metni okumalılar.
Cevap yaz