Yazdı diyelim, öykü. İyi de oldu sanki, derdini anlatmış, oyunlar da oynamış, okuyan çıkar. Üç beş, neyse. Öyküler yayımlandı diyelim. Kadıköy’deki koca binanın raflarında kitapları var, gidip baktı, hoşuna gitti ama utandı da. Birkaç öykü daha yazmıştır herhalde, sonra bir şey olmuştur veya olmamıştır, yayımlamamıştır. Veya yayımlanmamıştır o öyküler, olan veya olmayandan. Açık Radyo’da program yapmıştır kaç bölüm, “şiddetsiz iletişim” dersleri vermeye başlamıştır. Yaşamında yazmanın yeri daralmıştır, Alkım’ın o koca binası el değiştirmiştir, Alkım diye bir şey yoktur artık, zaten K‘nin kaç sayısını da elden çıkardım bir zaman, kime verdiğimi bile hatırlamıyorum. Spatar böyle iyi öyküler yazdığını hatırlıyor mudur? Bir zamanlar bir şey taşmıştır da öyküye dökülmüştür, sahaflardaki kitap yığınlarının arasına sıkışmıştır o öyküler, dirilmeyi bekler. Ben biraz dirilttim de ölülerin sayısını düşününce, dirilerin ölüleri nasıl hatırladığını soramayınca. Bir kitabın bütün nüshaları okunduğu zaman öykülerin yaşaması. Spatar’ınkiler biraz daha ölü ne yazık ki. Varlık, Adam Öykü, Yom Sanat, Agora, E, Edebiyat ve Eleştiri ölülerin yer aldığı bazı dergiler. Hikâyeyi merak ediyorum gerçekten, hikâyesini merak ettiğim çok yazar var, ışığın altına gelmeye gönülsüz yazarların hikâyeleri. “Tecessümü” diyeceğim, öykülerinden ibaret yazarlar. Görünmeyen, görünmeye çalışmayan, sadece yazan yazarlar. Bir inadı sürdürmeyen, belki başka tür bir ifade biçimine tutunan, tek bir kitapla yetinen. Deniz Spatar aşağı yukarı bu. 1967 doğumlu, Ortaokul ve liseyi Kadıköy Anadolu Lisesi’nde okumuş, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu. Öykücü, iyi öykücü, önüme gelene tavsiye edeceğim kadar iyi. Bir ilk öyküsünü eleştiririm çünkü köpeğin dilinden anlattığı hikâyede köpeğin köpekliğini unutturur, insanı anlatır bir köpeği canlandırır ama köpek biraz da köpek olmalıdır, mesela mutlu olduğunu söylemez de kuyruğunu sallar, ne bileyim, hırlar, kaşınır, bir şey. Gerçi hikâye anlatan bir köpeğin köpekliği mi kalır, köpek aslında metafor olabilir mi, bunlar süper sorular. Neyse, köpek aslında onu çok sevdiğini söyleyerek başlar anlatmaya, kendisine çarpan şoförün erkek olduğunu özellikle belirtir. Bacağı yaralanır, sonra o gelir, köpeği alıp evine götürür. Cinsiyetini anlamaya çalışır önce, bir şey değişir miydi köpek erkek olsaydı? Adam köpeğin adını “Çalı” koyar, tüyleri aynı çalı gibi olduğundan. Kuyruğunu sallıyormuş bu arada, şimdi gördüm. Hırlıyormuş da. Eve gelen insan dişisini görünce hırlar mesela, dişi korkudan ünler, sonra köpeğin yerini alır. Dişinin adı Gül, Çalı’nın hiç şansı yok demektir bu. Bir süre sonra adam köpekle ilgilenmemeye başlar, götürüp bir adaya bırakır. Köpek sonunun gelmesi için adaya uğrayanları bütün gücüyle ısırır, ölümünü çağırır. Adamın önce kokusu, sonra görünüsü yitmiştir, sağaltanı yitirmek yaşama istencini ortadan kaldırır. “Yedinci Anket”e bakıyorum, Kafkaesk. Toplumsal araştırmalar yapan bir şirkette çalışan anlatıcıya mühim bir görev verilir, Galata’da bir mahallenin ve sokağın adının yazıldığı kâğıdı alıp yola çıkar anlatıcı, sokaktaki dördüncü binadan içeri girip üçüncü kata çıkacaktır ama Galata Kulesi’nin altına gelip bakınınca ileride genç bir adamın büyük bir spotu sırtlayıp gittiğini görür. Sahnededir artık, terk edilmiş binaların kırık camlarının önünden geçerek esas binaya gelir ve ürperir, etraf korkutucu bir şekilde ıssızdır. İş yerini arar, saha koordinatörü orada altı anket yapıldığını, yedincisinin bir türlü yapılamadığını söyler. O eski binada anket yapılmış olamaz oysa ki, kimse yaşamıyor orada. Anlatıcı içeri girince dünyası değişir resmen, çiçeklerin arasında bulur kendini, üçüncü kata çıktığındaysa adeta bir bienalin ortasına düşer. Şekiller, formlar doldurmuştur duvarları, kapının zili bile kuşu seslemez çünkü “TAXIS DERMA” yazmaktadır zil tablasında, bayağı ölü hayvanları dolduran birinin evine gelmiştir adam. Jeton geç düşer, içerideyken boğuşmaya başlarlar ve doldurucu ölür. Öncesinde yaşamın anlamını sormuştur anlatıcı, cinayeti işleyince tekrar sorar, evin içinde başkalarının da olduğunu sezmiştir. Arp çalan bir adam soruyu anlatıcıya sorar bu kez, aletten çıkardığı melodilerle anlatıcıyı hipnotize eder ki bunun çabukluğunu alt alta sıralanan notalarla belirtir, bazı notalar uçlarına bir notacık eklenerek defalarca tekrarlanır, aynı melodi, aynı soru, ölüm aynı, nihayet adamımız kapıdan çıkmaya niyetlenir ve koşarken kapıdaki notu görür: “‘Taxis Derma Hareket ve Ten. Deri canlıdan alınır ve yapay bedene yerleştirilerek yaşıyormuş gibi görünene kadar işlenir. Doğal olan yalnızca deridir, onun dışındaki her şey yapaydır. Kaldı ki, her şeyin başlangıcı avcının av hatırası saklama arzusudur.’” (s. 63) Vaziyeti özetleyen bir açıklama, kapalı, anlamı okura kalmış bir detay. Derinin altından başka bir şeye güvenmek her ihtimale kapı aralamak anlamına gelir.
“Yoksaray” bir kadının intihar öncesidir de ne zengindir, şehrin ucube binalarının birinde yaşanan bütün çiğliklere yer ayırır. İş, patron, çürümüş yaşam. Şehrin ucube binalarının birinin çatısındadır kadın, anlatır, yaşamaya geç kaldığını düşündüğü hikâyeleri yaşamak için terk etmiştir adam, ikisinin hikâyesi yarım kalmıştır. Resim de yapamaz kadın, ayrılık düş gücünü budamıştır, belki bedenini de budamıştır ama tepeye çıkabilecek gücü olduğuna göre bacaklarında bir sorun yoktur. Gerçi ölümden önce vücudun son atılımı malum, adrenalin patlaması mı, can havliyle kendine sarılan canın etkisi mi, nedir? Yıllar sonra kavuşmuşlardır, berisi yok. Terfiler, kartvizitler, gırla şeyin arasında yaşayabilirdi kadın, berisini yitirdikten sonra devam etme gücünü bulamadı. Anılarına dalıyor, paragraflar sayfanın ortasına yaklaşıyor, geçmişe dönüşler bu türde. “Hiç olmazsa İstanbul’u senden geri almalıyım. Bu yüzden Plaza’nın çatısındaki rüzgâr içime iyice işlesin diye bekliyorum.” (s. 119) Poyrazın kulaklardaki uğultusu bir zaman sonra İstanbul’un hikâyesine dönüşür, Bukoleon kendini anlatmaya başlar. Şehrin her katmanı, her yüzeyi dile gelir, kıyıya vuran dalgalardan denize yağan yağmura her şey o sözcüklerin içinde bir yerdedir, doğanın dili betonu da kapsayarak geçmişini anlatır. Tüm zamanlar paralel akar, anlatıcının anlığı şehre karışıverir o an. Kâbuslarını anımsar, kendi başını siyah bir çöp poşetinde bulmasıyla sevgilisinin terki arasındaki koşutluğu gösterir. Annesine seslenir anlatıcı, bir cinayet işlenmiştir, kafası çöp poşetindedir, boynunun üzerinde bir şey olup olmadığını bilmeden seslenir ve duymaz anne, acıyla bir başına bırakır çocuğunu. “Arkadaşım, hey arkadaş! Geçmişimden bir tek sen kalmıştın, artık sen de geçmişinden kurtulanlardansın. Biraz da bu yüzden her sabah aldığım duşlardan, giydiğim giysilerden, iş görüşmelerindeki orta kademe yönetici hallerimden bana gına geldi.” (s. 128) Bu anlatıcının türevine başka öykülerde de rastlarız, sevişmenin sentetikliğinden bahseder. Ürkünç, insanlar sadece cinselliğe meyillidir çünkü açlığın coğrafyası duyguları paslandırmıştır, bedenlerin sürtünmesinden başka hiçbir şey arzulanmaz. Bu yüzdendir anlatıcının poyraza sığınması, onun dokunuşları gerçek olduğu için ürperticidir, bacaklarındaki karıncalanmayı hisseder anlatıcı. Resim yapamasa da hikâye anlatmasına engel yoktur, Rum Erkek Lisesi’ndeki bir öğrencinin aşkını kendininkiyle kıyaslayarak anlatıyı genişletir, kendi yaşamını da bir hikâyeye dönüştürür. En sonunda geçmişe dönüşlerle şimdiki zaman hızlı geçişlerle birbirine karışır, anlatıcı İstanbul’a bir martı gibi konacağını düşünerek noktayı koyar. Üslubu ve biçimiyle dört dörtlük bir öykü bu da.
Denk gelen okusun diyeceğim, Spatar iyi bir yazar.
Cevap yaz