1943-1983 arasında basın dünyamız acayip değişmiş, teknoloji ve sermaye tepeden inerek gazeteciliği aşırı profesyonelleştirince mevzunun edebiyatla bağı kesilmiştir. Haber dilinin yaygınlaşmasıyla birlikte magazin de yükselişe geçmiş, halka istediği içerik verilmiştir. Öyle midir, Yaşar Kemal’e göre sulu zırtlak aşk romanlarının yerine Orhan Kemal’in, Sait Faik’in metinleri basılsa tiraj yine artar, öyleyse okurun o kadar edebî bir dile boğulmak istemediği düşüncesi tartışılır. Kısa, basit metinlerin rağbet gördüğü daha 1940’larda dile getirilmiştir, okumaya vakit o zamanlarda da yoktur, kimin ne ettiğini bilmek yeter. Patronlar ve kodaman gazeteciler bu görüşü savunurlarken Aziz Nesin, Yaşar Kemal gibi yazarlar tersini iddia ederler, gerçi Aziz Nesin gazeteciliğin edebiyatçılıktan kesinkes ayrıldığını kabul eder, türleri tokuşturmaya çalışmaz, bir şey başka bir şey olmadığına göre İlhan Selçuk’un uzun yazılarını okumak istemeyenleri Günaydın alırken görmek mümkündür. Nesin yine Cumhuriyet alır ama, uzun yazıları okumak alışkanlık olmuştur onda, sever de uzun yazıları lakin halkın istediği o kadar da siyaset değildir, hani köşe yazılarında siyaset varken haberler de siyasi mi olmalı? Akşam haberlerinde internette suyu çıkmış görüntülerin yer almasına şaşırmıştım zamanında, kırk yıl önceki durum da şimdikinden farklı değil. İktidarı eleştiremediği için bozuk yollara çatan, belediyelere ders veren yazarların metinlerinden -Refik Halid Karay gibi yazarlardan bahsediyor Nesin muhtemelen- cinayetlere, tam sayfa spor haberlerine, aşırı lüzumlu bilgilere yolculuk. Cuntaya dokununca cıs, onun yerine ekonomi ekleri. Dava üzerine dava açılacak gibiyse sanat, edebiyat, suni tartışmalar, Necip Fazıl’la Peyami Safa’nın atışmaları, yeter ki tepedekilere zarar gelmesin. Yaşar Kemal’le uzun uzun konuşmuş Ceyhun, konunun kültürel kısmını derinlemesine ele alıyorlar, Kemal’e göre özellikle DP’nin baskısı iyiden iyiye arttığında -yalnızca lise mezunlarının gazeteci olabilmelerine dair kanun, savcılardan bilmem kimlerden tehdit telefonları- edebiyat yükselişe geçmiş, Kemal Tahir’den Melih Cevdet Anday’a pek çok yazar pişmiş gazetelerde, iyi. Tefrikalardan sağlam para kazanmış Yaşar Kemal, anlattığı hikâyeler şahane. Doğan Nadi’yle fiyat pazarlığı yaparken Erol Simavi’yi gören Kemal hemen hakem tayin ediyor Simavi’yi, tefrikasına değer biçtiriyor. Aşırı yüksek bir fiyat söylüyor Simavi, Nadi’nin teklif ettiğinin beş katı. Kemal o sıralar İnce Memed‘lerle uğraşıyor, nasıl metinler yazdığının farkında, Simavi’nin Hürriyet‘ine gidip metnini orada yayımlatıyor. Avans, diğer masraflar tamam da biraz fazla para çekiyor Kemal, metni okuyana kadar Simavi’nin görüşü bu. Pek bir şey okumuyor gerçi, Kemal’dense hiçbir şey okumamış ama bir gece oturuyor, metni okumaya bir başlıyor, sabaha kadar ayakta. Ertesi gün gazeteye gittiği zaman vereceğinden daha fazlasını veriyor Kemal’e, öyle bir roman yokmuş çünkü. Orhan Kemal de az buz kazanmamış ama Alpay Kabacalı’ya göre tiyatro için yazdığı metinlerle rahatlamış, nihayet bir ev alabilmiş Kemal. Adana’da tanıştığı Yaşar dostuyla İstanbul’da meyve sebze satma hikâyeleri var, işlerini yoluna koyana kadar çok uğraşmışlar. Arif Dino’yla Abidin Dino’nun yardımı Yaşar Kemal’in hayatını değiştirmiş, Cumhuriyet için yaptığı röportajlar deli tutunca önü açılmış. Yenilikmiş o zamanlar için, bir süre sonra bütün gazeteler yenilik bulmaya çalışır olmuş. Anılar, röportaj serileri, atlatmalı haberler derken asparagasa, çekilişlere, kuponlara gelmiş olay. Onlar olmadan da binlerce gazete satılabilirmiş oysa, örnekleri varmış. Günaydın‘ı kuran Haldun Simavi’nin iddiası. Simavi ailesi başlı başına olay, tipodan ofsete geçişte var, işçilere ucuz araba aldırmada var, sömürüde zaten var, değişik. Ceyhun’un ilginç bir biçimde üzerinde durmadığı -tarafsız araştırmacı kimliğine veriyorum- grev olayı mesela, işçiler patrona kızıp greve gidiyorlar, gazete çıkmayacakken Simavi kodamanlarından biri hemen yedek işçi ayarlıyor, çözüyor mevzuyu. Grevdeki işçiler ertesi gün “utanıp” dönüyorlar mekana, kodaman bir daha lafının edilmesini istemiyor olanların, herkesi affediyor. İçerik yok, neler yaşandı bilmiyoruz, bu kadar. Özellikle tipo zamanında tayfaların borusu ötermiş, ustalar kendi ekiplerini getirip yaparlarmış işleri, patron bir şeye kızdığında veya işçiye vereceği parayı azaltmak istediğinde “kırıcı ekip” hemen türeyip işleri devralırmış, yüzlerce insan işsiz. 1950’lere kadar sigorta yok, nice usta yoksulluk yüzünden korkunç şartlarda yaşamaya çalışırmış yaşlanınca, gazete emekçileri ustalarına yardım ederlermiş. Ofsete geçildiği zaman da patronlar işçi kıyımı yaşanmadığını söylüyorlar, başka kaynaklardan teyit etmek lazım. Tipoya alışkın işçilere yurt dışından getirilen uzmanlarca eğitim verildiği olmuş, yeni sisteme uyum sağlayabilmişler böylece. Nedir, Cumhuriyet‘teki değişim sırasında birçoğu emekliye ayrılmış, teknolojiye ayak uydurabilenler çalışmaya devam etmişler de başka departmanlara kaydırılan çok olmuş. Yarım ağızla anlatılmış gibi duruyor bu bölümler, otuz yıllık ustaların başka işlerde başarı gösterdikleri söyleniyor da bilemedim. Okur sayısı diğer ülkelerdekine kıyasla çok çok az ama milyonlara yükselen sayının sebebi olarak bu ofset olayından önce nakliyatın ilerlemesi öne çıkıyor, yollar yani. Memleketin ücra köşelerine yollar yapıldıkça İstanbul’dan yola çıkan kamyonlar balya balya gazete taşımaya başlamış, birkaç günlük gazete arası bitmiş böylece, çeper giderek genişlemiş de gazeteler basıldıkları gün Anadolu’ya da dağıtılmış nihayet. Satışların artmasındaki esas sebep gibi görünüyor bu, dergiye benzer gazeteler -birkaç günlük haberin ve tırı vırının konduğu dergimsi gazetelerin mantığını anladım böylece, haftalık bülten gibi bir şey aslında bu- yavaş yavaş ortadan kalkarak yerini bildiğimiz gazete formatına bırakmış. Sabahın köründe yola çıkan kamyon konvoyuyla dönmüş işler, sonradan içeriği taşıyıp gazeteyi başka yerlerde basma fikri uygulamaya geçirilmiş. Databanklardan bahsediyorlar 1983’te, bilgisayarlar arasında veri gönderimi yoluyla artık bir ekranda çıkan bilgi başka bir ekranda da çıkabiliyormuş, o veriyi yollamak yetecekmiş. Sihir gibi geliyor kulağa, kırk yıl önce yirmi yaşında olan biri teknolojinin hızlı depiğini yiyince bugün ne hissediyor acaba, hayal dahi edemiyorum ki son yirmi yıl başımı döndüre döndüre çorba etti.
İlk kurulan gazetecilik okullarına genelde emniyet mensupları gitmiş çünkü genel müdür olmak için üniversite mezunu olmak lazımmış, o okullardan donanımlı gazetecinin çıktığı görülmüş şey değilmiş. İstisnalardan ikisi Abdi İpekçi ve Hasan Cemal, işi biliyorlarmış. Matbaa okulu da kurulmuş ama oradan da bir cacık çıkmamış, gazeteler beslenememiş oralardan. Çıraklıktan başlamak lazımmış zaten, patronlar öyle söylüyorlar. Dizgi var, satış var, hemen her şeyle uğraşan ve gazetenin nasıl işlediğini bilen işçiler yükselmeyi bilmişler, fakülteden gelen tıfıllar her şeyi bildiklerini zannederek kendilerini madara ederlermiş. Patronlar da çocukluklarında az çalışmamışlar, babalarının gazetelerinde öğrenmişler gazeteciliği. Dinç Bilgin, Sedat ve Haldun Simavi başta olmak üzere çok insanı dinliyoruz, yakın tarihimizi öğreniyoruz. Tiraj yükseltme oyunları, Türkiye’ye ilk kez getirilen flaşlı fotoğraf makinesini gören gazetecilerin mahkeme sürerken keyifle poz vermeleri, Yaşar Kemal’in kullandığı daktiloya ne mene bir şey olduğunu anlamak için bakanlar, Ceyhun’un araştırması on numara. Aziz Nesin’le kapayayım, adına dava açılınca çalıştığı gazete bir yazı koymuş ertesi gün, Nesin’le iş akdinin bir hafta önce feshedildiği. Okurlar dalgayı anlamışlar, gazeteyi almayı bırakarak batırma noktasına getirmişler. Tepki ortak, okur duyarlı, bir zamanlar Türkiye’de okurlar arasında da birlik varmış.
Cevap yaz