James Lovelock eşiği aştığımızı yıllar önce söylemişti, bildiğimiz biçimiyle yaşamın ortaya çıkabildiği sıcaklık aralığını aştık, hani bir facia yaşanırsa gezegen fabrika ayarlarına dönene dek, milyonlarca yıl boyunca hayat namına pek az şey var olabilecek. Şimdi neler oluyor, kötü şeyler: Yüzyılın sonuna gelindiğinde tropikal bölgelerdeki en serin aylar, yirminci yüzyıl sonundaki en sıcak aylardan daha sıcak olacak. Ne kadar sıcak olacağı bilinmiyor çünkü mevzuyla alakalı radikal değişiklikler yapıp yapmayacağımız belli değil. Yapmayacağız muhtemelen, yeşil enerjiyi fosil enerjiye destek atma rolünden çıkarıp başat enerji kılmaya niyetli değil kimse, bunun için gereken siyasi atmosfer, yaptırım gücü yok. Wallace-Wells işin politik kısmına son bölümlerde değiniyor, oraya varana kadar başa gelecek felaketlerden devam: “Sıcak yorgunluğu” denen bela yüzünden çok daha yorgun olacak insanlık, göstergeler 2100’den sonrasında dünyanın cehenneme döneceğini işaret etse de iklimimiz cortladı bile, bu yüzden dikey tarım gibi alternatifler üzerinde durulsa da yarım yüzyıl sonra büyük bir açlık krizi bekliyor olabilir bizi. Sıcağın öyle bir etkisi var ki her ekosistem değişiyor, mesela havadaki karbon yoğunluğu yükseldikçe bitkilerin yaprakları kalınlaşıyor ve karbon emilimi önemli miktarda azalıyor, erozyon yüzünden verimli araziler yitiriliyor, tarım alanları daralıyor. Diğer yanda sanayisini geliştiren ülkelerin tüketim alışkanlıklarının yükü var, Çin’de yükselmekte olan tüketici sınıfı Batı’nın zevklerini benimserse 2050’de süt tüketiminin üç katına çıkması bekleniyor, sırf bu durum küresel sera gazı salınımını yüzde 35 artıracak. Yiyeceklerimizdeki vitamin ve minerallerin 1950’den beri üçte bir oranında azalması, besin değerlerinin kaybı mevcut enerjiden de olduğumuzu gösteriyor. Buzulların erimesi facianın en bilinen yüzü herhalde, gömülü bakterilerin tekrar dolaşıma girmesinden başka su seviyesinin yükselmesiyle milyonlarca insanın göç etmek zorunda kalacağı kesin. Coğrafi nedenlerle küresel ısınmanın faillerinin pek az etkileneceğini ve yoksul ülkelerin esas darbeyi yiyeceğini düşünürsek günümüzdeki göçmen dalgasının ilerleyen yıllarda korkunç biçimde yükseleceğini öngörebiliriz. Dün Twitter’da biri yazmıştı da hoşuma gitti: filmin fragmanı bile değil şahit olduklarımız, sadece afişi. “Peter Brannen’ın yazdığı üzere, Dünya en son dört derece ısındığında, her iki kutupta da buz bulunmuyordu ve deniz seviyesi 79 metre daha yüksekti. Kuzey Kutbu’nda palmiye ağaçları vardı. Bunun ekvatorda hayat açısından ne anlama geldiğini düşünmemek en iyisi.” (s. 72) Yangınlar artıyor, “yangın mevsimi” kavramı anlamını yitirdi çoktan. Tatlı su kaynakları kuruyor, bu kaynaklardaki bitkiler iklim koşulları yüzünden büyüdüğünde metan salınımları iki kat artacak. Su savaşları potansiyel bir tehlike olarak bekliyor, istatistiklere 2000’den sonra çıkan çatışmalar aşırı sıcak havanın tetikleyiciliğinden etkilenmiş. Okyanuslar asitlendiğinde balıkları nerede bulacağımız belli değil, her şeyin fabrikasyonunu elde edebiliriz ama şirketler ısınma döngüsünü doğrudan besledikleri için küresel ısınmanın hızlanmasına yol açacak. Su ne kadar sıcaksa oksijeni o kadar az, kötü kokulu ve yapışkan bir tabakayla kaplandığında neler olduğunu bir önceki yaz görmüştük, Ahmet Güntan’ın şiirini yazdığı müsilaja merhaba. Oksijen yoksa balık da yok tabii. Suyla birlikte hava da kirleniyor ve bilişsel becerilerimizi köstekliyor, belli bir oranın üzerindeki karbondioksitin yüzde 21’lik kayba yol açtığı tespit edilmiş. Araştırmalara göre Çin’deki hava kirliliğinin belli bir standarda çekilmesi halinde öğrencilerin sınav notları ciddi biçimde yükselirmiş, kirlilik yüzünden prematüre doğumların arttığına dair kanıtlar da var. Çin’de ve Delhi’de hava o kadar kirli ki bilim insanlarına göre yeni ve incelenmemiş bir sis türü icat edilmiş resmen, sanayi çağı Avrupa’sındaki kirlilikle gelişmekte olan dünyanın ince partikül kirliliğinin birleşmesiyle milyonlarca insan ölmüş. Haşereler daha önce görülmeyen bölgelerde görülüyor artık, bizdeki kene terörüne dair yakın zamanda haber çıkmadı ama birkaç yıl önce Kongo kanamalı ateşi pek meşhurdu. Sayısız parazitin değişen iklimle birlikte neye evrileceğini söylemek zor, hayvanlar için mutlak kabus. 2015’te Orta Asya’daki saygaların toplu ölümüne yol açan bakterinin yükselen sıcaklıkla bombaya dönüştüğü fark edilmiş. Beynimizi ele geçirmeye meyilli mantar türü için havanın bir süre normalden daha sıcak olması yeterli. Neoliberal tayfanın işine gelmiyor bu, ısınma yüzünden çalışanların verimi düşünce büyük kayıplar oluşacak, dünyayı toparlamak için gereken karbon emisyonu zımbırtılarını edinmeye devletlerin parası yetmeyecek çünkü parsayı toplayanlardan cukkayı aldıkları için vergi kesmiyorlar. Savaşların envai çeşidi çıkacak üstüne, yok olan adaların bıraktığı boşluk yüzünden stratejik çatışmalar çıkacak, bomba deneylerinin yapıldığı alanlardan temizlenmeyen radyoaktif kalıntıların sulara karışması cabası. Suç oranları artacak, kutuplaşma falan filan derken insanlığı pek de iyi bir gelecek beklemiyor açıkçası. Kesin bir tarih yok, yine de günümüze kadarki karbon salınımı yüzünden küresel çapta bir yıkım kaçınılmaz. Kıyametin erliğini geçliğini bundan sonraki üretim ve tüketim eylemlerimiz belirleyecek.
Teknoloji bizi kurtarabilir ama “fütürist Silikon Vadisi kardeşliğine mensup teknolojiciler” bu konuda isteksiz, Bill Gates hariç. Teknolojinin hızı yıkımın hızına yetişemeyecek gibi görünüyor, Peter Thiel gibi yatırımcıların Yeni Zelanda’dan arazi satın alması ve sonsuz gençlik programlarına dünya para aktarması hikâyenin diğer yüzü: Teknoloji kendi sürekliliğini satın alıyor. “İnsanlık” değil, “insanlık sonrası” kurulduğunda uzaya fırlatılan mekiklere, acayip teknolojili yaşam alanlarına el sallayabiliriz, bizim yerimiz yok oralarda. Tüketim siyaseti bu haliyle herhangi bir değişime yol açmayacak, Washington’da karbon vergisine karşı çıkan vatandaşlara baktığımızda farklı bir adım atılması gerektiğini anlayabiliriz, işleri piyasaya bırakmak hiçbir şey yapmamak için makul bir gerekçe olmamalı. Neoliberalizm burada devreye giriyor, gezegeni mahveden gücün gezegeni kurtaracak yegane güç gibi sunulması yüzünden atacağımız somut adımları da atamıyoruz, adım atmamızı sağlayacak rızamız, gelecek tasvirimiz çoktan satın alındı. “Yurt içinde hizipçilik, yurtdışında milliyetçilik ve başarısız devletlerin tutuşmuş kavından sıçrayan terörizm biçimindedir o gelecek artık, en azından ön izleme biçiminde, buradadır. Şimdi artık sadece fırtınaların kopmasını bekliyoruz.” (s. 211) Gelişmiş veya gelişmekte olan devletlerin dünyayı kurtarmak için yapacakları çok şey var, en başta vatandaşların rızasına bırakılmayacak bir kurtuluş için adım atmaları lazım ama Çin yanaşmaz çünkü iklim değişikliği faturasının dört katını kazanıyor, Hindistan’da durum tam tersi olsa da bir şey değişmeyecek.
“Bugünden tezi yok kitlesel bir şekilde harekete geçmek gerektiğini düşünenler iklim teknokratları olarak görülebilir. Onların da solunda, bizi ancak bir siyasi devrimin kurtarabileceğine inananlar yer alır. Bugünlerde iklim konusunda tehlike çanları çalan metinler o kadar çoğaldı ki bu aktivistlerin sayısı bile hızla artıyor. Elinizde tuttuğunuz kitabın da bu metinlerden biri olduğu hissine kapılabilirsiniz. Eh, haksız da sayılmazsınız, telaşa kapılmış vaziyetteyim.” (s. 235) Anlamı doğada buluyorsak doğayı yok etmeyecek biçimde yaşamamız gerekiyor açıkçası, karbon salınımını azaltacak biçimde yaşamamız, yeme alışkanlığımızdan tükettiğimiz nesnelere kadar ne varsa değiştirmemiz şart. Dünyayı korurken kapitalizme de nanik yapıyoruz çünkü bu bela pençelerini her yere geçirmiş durumda, küçücük de olsa bir darbe yiyor böylece. İnsanların aşırı bol olması değil de insanlığın kıt olmasının esas sorunu teşkil ettiği söyleniyor metnin bir yerinde, çevresel bilince -metinde “bitki-bilinci” diye geçiyor- sahip olduğumuz zaman döngüden çıktık demektir. Pek lüzumlu şahsi fikrim, çok büyük bir facia yaşanmadıkça oyna devam, yaşandığı zaman da oyna devam ama birkaç parlak ve işe yaramaz önlemden sonra. Uzun vadede yok olacağız. Wallace-Wells’e göre yok olmamak elimizde.
Cevap yaz