Knausgaard kişisel anlatıların yükselişini anlatıyor bir yerde, şimdi Twitter’da mı okudum, nerede okudum bilmiyorum ama kimlik kaybının, tek tipleşmenin çağında yazarın/insanın varlığını muhafaza etmek için kendinden yola çıkmaktan başka bir çaresinin olmadığı fikri anlamlı geliyor. Bu yüzden Orhan Pamuk’un metinlerini ayıla bayıla okumama rağmen hesaplı kitaplı yapılarının içinde aradığım insanı bulamıyorum ben, bu yüzden “benim yazarım” diyemiyorum Pamuk’a. Kime diyorum, sırf Geceyarısı Çocukları‘ndan ötürü Rushdie’ye diyorum, sırf Vahşi Hafiyeler‘den ötürü Bolaño’ya diyorum ki bu metinlerin girift yapıları da muazzam ölçülü olmasına rağmen insanı taşırlar, insan kurguya veya teze bir ek olarak kakılmamıştır, en azından öyle bir izlenim uyandırmaz. Neyse, kişisellik iyidir, çünkü gerçeklik zaten bol pastişli, Montano’nun yaşadığı gibi bir şey haline geldi. Hakikat-sonrası çağda neyi hissedeceğimiz, neye inanacağımız, nasıl yaşayacağımız şablon şablon belirlenmişken, bu şablonlara doğru itelenirken, popülizmin üst üste bindirmeleriyle güzel güzel güdülürken bol oyunlu bir kurmaca tatmin etmiyor artık, haz vermiyor, kralını yaşıyoruz çünkü. Eh, bireye tutunmak tek liman gibi gözüküyor bu durumda, son halka olarak Knausgaard’ı görebiliriz. Kendince oyunludur, örneğin karakterin/Karl Ove’nun amcasının dava açma meselesi ayyuka çıkınca anlatının yavaşladığını, detaylara odaklandığını görürüz, karakter utançla kıvranmaya başlar başlamaz zaman yavaşlar, en basit olaylar -kahve filtresi, kahve, makine, fiş vs. sırayla takılır, yapılır, açılır- görünür hale gelir. Patolojik ölçüde kaygılı biri olduğum için, dolayısıyla metinde kendimi bulduğum için keyif alıyorum okurken, benim karşılığım metinde mevcut.
Nihayet Kehlmann’a geliyorum, bu uzun öyküsünde uzun metraj film senaryosu yazan bir karakteri merkeze oturtuyor, adama bir nevi günlük yazdırıyor ve kaygının, acının gerçekliği bozma biçimini gösteriyor, çok başarılı bir biçimde “tuhaf kurgu”ya da dokunuyor ucundan. Adamımız bir dağ evi kiralayarak eşi ve kızıyla birlikte tatile çıkar, birlikte zaman geçirerek yenilenmek, tazelenmek isterler, bu sırada adam senaryosunu yazdığı ilk filmin devamının senaryosuyla uğraşmaktadır. Eşi Susanna’yla araları kötüdür, kadın kinik, eleştirel sözleriyle adamın huzurunu sürekli kaçırır. Kızları Esther dört yaşındadır, çocuktur işte. Jana, Ella ve Martin’se senaryoda yer alan karakterlerdir, not defterinde ara sıra görünürler, adamımız senaryoya dair fikirlerini dağ evinde bulduğu deftere kaydeder, defteri bir günlüğe çevirir, bu defterde yazılanları okuruz. Senaryonun gidebileceği yönleri görürüz, adam alternatif fikirleri ara ara defterine not düşer, evin önündeki söğüt ağacını ve pencereyi açınca duyduğu fısıltıları kaydetmeye başlar. Başta tam bir huzur ortamı olarak kurulan mekânın yavaş yavaş tekinsizleşmesine şahit oluruz, tabii kırılma noktasından sonra. Travmatik bir acı kadar gerçeği bozan bir şey yok sanırım, eşini çok seven adamın etrafında olup bitenleri anlayamamaya başlaması normal. Neyse, prodüktör ara ara telefon ediyor, senaryonun ne halde olduğunu soruyor. Adamın verdiği cevaplar normalden anormale doğru kayıyor, diğer her şey gibi, en sonunda telefonları açmamaya başlıyor. Daha en başta bir şeylerin ters gideceğini anlıyoruz.
“Evlilik. İşin sırrı, yine de birbirini sevmek. Onsuz olmak istemezdim – oyuncu kahkahasını bile özlerdim. O da bensiz olmak istemezdi. İnsan bu arada birbirinin sinirine bu kadar dokunmasa…
Git buradan, yeter ki” (s. 12)
Bu son kısım birkaç kez tekrar edecek, bilinçaltının yüzeye çıkması gibi bir şey. Adamın üzerindeki psikolojik baskının görülen tek hali bu. Çocukla birlikte geçirdiği vakitler bir parça huzur verse de Susanna’nın üniversite mezunu iyi bir oyuncu olması, bunu sık sık adamın başına kakması -adam akademik bir eğitim almamış, otodidakt- tek arıza gibi gözükse de yazdığı senaryo da yoldan çıkmaya başlıyor biraz, karakterleri ilk filmdeki hallerinden başka bir kişiliğe bürüme tehlikesi doğuyor, prodüktör darlıyor bir yandan, Susanna sofrada can yakıcı konuşmalar yapıyor, evlilikleri sallanıyor ama adam görmek istemiyor bunu, bir de aşağıdaki köyden alışveriş yapmak için arabayla yola çıktığında paniğe kapılması, birkaç kez kaza yapmaktan kıl payı kurtulması, uçurumun dibinden giderken çığlık atması var, ruh halini tahmin edebiliyoruz. Alışveriş yaptığı dükkândaki adamın garip konuşmalarından da aklını kaçırmadan kurtulduktan sonra eve geliyor, bu kez garip yansımalar, aslında orada olmayan figürlerin görüntüleri beliriyor, sanki evde başkaları varmış gibi hissediyor adam, odaların ve pencerelerin garip “davranışları”nı makul bir şekilde karşılıyor. Bir ara Skhizein‘a bağlıyor, kolunu gayet normal görüyor mesela ama musluğa dokunması gereken kolu musluğun önünde duruyor, fizik ağlıyor. Senaryosuna dair fikirlerinde de yukarıdaki alıntının sonunda yer alan kısım belirmeye başlıyor, gitmesi gerektiği defterin hemen her yerinde ansızın beliriyor artık. Kızının tek başına uyumak istememesi de iyice işkillendirmişken telefon hadisesi çıkıyor ortaya. Susanna’nın David diye biriyle ilişkisi var, mesajları şans eseri görüyor adamımız, tartışmaya başlıyorlar ve Susanna basıp gidiyor, Esther’le bir başına bırakıyor eşini. Tartışmadan bir süre önce evde huzursuz edici bir şeylerin olduğunu söylemesi de tuhaflığa tuz biber ekiyor üstelik, adamın aklını kaçırmaması için hiçbir sebep kalmıyor ortada. Filmlerinden birinin içindeymiş gibi hissetmeye başlıyor, ardından çok güzel bir buluş daha geliyor, defterine çizdiği dik açıyı ikiye bölen bir çizgiyi çektikten sonra dükkândan aldığı gönye yardımıyla açıları hesapladığında dik açının 90 derece olmadığını görüyor. 100 olsun, 95 olsun, bütün dik açılar Öklid uzayında olmadıklarını haykırıyor adeta, evrenin garip boyutlarından biriyle o ev arasında hiçbir fark kalmamış oluyor. Sonrasındaki sanrılar, kabalıklar, sinir krizleri şahane, Kehlmann ne yaşadığının ayrımında olmayan karakteri muhteşem örmüş. Adam Esther’i, çok sevdiği çocuğunu umursamıyor bir süre sonra, çocuğun ağlamaları, haykırışları bir şey değiştirmiyor. Evin içinde dolaşan birilerini kesin olarak görüyor, ardından evi kiraladığı adamı arayarak ev inşa edilmeden önce orada ne olduğunu öğrenmeye çalışıyor, tatmin edici bir bilgi edinemiyor. Birkaç akıl kaçırıcı olaydan sonra evden çıkıyorlar, arabaya atlayıp gaza basıyorlar ama tipik döngü tekrarlanıyor, yokuş aşağı köye doğru inmelerine rağmen bir süre sonra vardıkları yer yine evin önü. Eve giriyorlar, onca garipliğin sonunda Susanna geri dönüyor, hata yaptığını söyleyip David’le birlikte olmak istemediğini, ailesinin yanında olmak istediğini anlatıyor. Adam Susanna’yla Esther’i arabaya bindiriyor, Susanna’dan gaza basmasını istiyor. Uzaklaşan arabanın ardından bir süre baktıktan sonra eve giriyor, deftere bir şeyler daha yazdıktan sonra yine yarım kalmış bir tümceyle noktayı koyuyor. Susanna’nın geri dönüp dönmemesi bozuk gerçekliği normale döndürmüyor, en başta kayışın koptuğu malum.
Neler döndüğünü anlamak için bu türde bir şeylere aşina olmak lazım, Bowles’tan bir şeyler okumuş olanlar için psikolojik gerilim tanıdık gelecek. Yaşamdaki başat ögelerden birinin yoksunluğunu hissetmenin yarattığı psikozlar son zamanlarda korku filmlerinin de teması haline gelmiş durumda, aklıma The Babadook geldi, bir de Under the Shadow var, iyi denebilecek filmler. Kitabı okuduktan sonra izlemediyseniz tavsiye ederim, iyi geceler dilerim.
Cevap yaz