Karakterlerin biricik olmalarının güzel bir özeti var sonda: “Daha sonra Yüzbaşı o anda her şeyi anladığını söyleyecekti kendi kendine. Aslında, büyük ama bilinmeyen bir şok beklendiğinde, zihin içgüdüsel olarak bir an için şaşırma yetisini yitirerek kendini hazırlar. O savunmasızlık anında yarı yarıya tahmine dayanan çeşit çeşit olasılıklar ortaya çıkar ve felaket biçimlendiğinde bunu doğaüstü bir yoldan önceden anlamış olma duygusu oluşur.” (s. 104) Nörobilimciler bu dalgayı açıkladılar, hatta iradenin varlığı tartışmaya açık bir hale geldi. Araştırmalara göre karar anlarında beyindeki nöral akıştan önce sinyaller yollanıyor ilgili yerlere, kafamıza düşen bir piyanodan kaçma istenci kaslara yollanan emirle görünür hale geliyor diye düşünüyorduk ama esas patlamadan çok daha öncesinde o karar verilmiş oluyor. Kontrol ettiğimizi düşündüğümüz pek az şeyi kontrol ediyoruz aslında, ilgili itki bilincin ötesinde doğuyor. Bu durumda eldeki verilere bakalım, her karakterin kendine özgü bir yalnızlığı, arzusu, bir şeyi var, Yüzbaşı’yı tanıdığımız kadarıyla duyarlı, incelikli bir insan, aslında faciayı öngörüyor çünkü elinde ancak kendi inceliği sayesinde birleştirebileceği, bilinene ve bilinmeyene dair kırıntılar var, bilişsel yapısına göre yorumluyor ve bu kendine özgülük üzerinden kuruluyor, her karakter bu şekilde kuruluyor, bu yüzden anlatının varacağı noktayı öngörmek güç. McCullers’ın öykülerindeki karakterler de böyle, kapalı bir ortama salınıp davranışları izlenen, birbirine hiç benzemeyen insanlar sürekli bir tedirginliğe yol açıyorlar. Duyarlılık ve duyarsızlık arasında sürgit bir yıkım. Onca acı. İnsanlar acı karşısında denklemi bilinmezlerle dolduruyorlar, arzularını ketleyerek büyük patlamalara yol açıyorlar veya ketlemeyerek diğerlerini yaralamaya başlıyorlar, McCullers bu olayları yaratmada çok başarılı. Elli yıllık yaşamına dört roman, bir kısa roman, iki oyun, yirmi öykü, denemeler ve şiirler sığdırmış, hastalığıyla uğraşmadığı zamanlarda tabii. Georgia doğumlu McCullers, Güney’in kırsallığındaki bunaltıyı da çok iyi yakalıyor haliyle, böylece okur yaban diyarlardaki yabancılarla bir başına kalıyor. “Barış döneminde bir ordugâh sıkıcı bir yerdir. Birtakım şeyler olur, ama bunlar hep tekrar tekrar olur.” (s. 1) Belli bir düzen içinde yaşayıp giden insanların çizgilerinden ayrılmalarına yol açan özelliklerini onlarla tanışır tanışmaz öğreniriz, örneğin Er Ellgee Williams’ın ilginç kişiliği karakter ortaya çıkar çıkmaz gözler önüne serilir. Kışlaların önündeki kaldırımlarda bir başına oturmayı sever Williams, diğer askerlerle iletişim kurmaz, bir başına takılır, hiçbir duygu emaresi göstermez, şekerleme yemekten hoşlanır ve gittiği hemen her yerde bir tane lüpletir. Bu şekerleme olayının kurguda bir şekilde etkin olacağını düşünmüştüm ama öyle olmadı, yine de varlığı bile anlatıyı genişletmemi sağladı kafamda. Baran’dan aktarıyorum, o da Sedat -Abi- Demir’den duymuş: Silahın patlaması şart değil, var olması yeterli. Neyse, Williams genellikle atlarla ilgileniyor ama bir gün Yüzbaşı Penderton tarafından evinin önündeki bahçeyle ilgilenmesi için çağrılıyor. Williams biraz çekinerek geliyor zira bir süre önce Yüzbaşı’nın pantolonuna sıcak kahve dökmüş, adamın hatırlamaması işine gelecek. O günün akşamında Yüzbaşı geliyor, yapılan işi kontrol ettikten sonra angarya bir iş kilitliyor Williams’a, evine giriyor. Eşi Leonora “aptal” denebilecek bir kadın, bunun yanında kışladaki bütün rütbelilerle flört ediyor ve komşuları Binbaşı Morris Langdon’la ilişkisi var. Yüzbaşı eşinin davranışları karşısında sinir krizleri geçirecek raddeye geliyor, hatta bu krizlerden birine bahçede çalışan Williams da şahit oluyor ve Leonora’ya takıyor o an. Williams o güne kadar hiçbir kadınla sağlıklı bir ilişki kurmamış, çocukluğundan itibaren kadınların hastalık yaydığı, onlardan birine dokunursa cehenneme gideceği söylenmiş kendisine, hatta hastanelik olduğu bir durumda hemşirelerle iletişim kurmamak için yatağında acılar içinde yatmış. Neyse, kadına takıyor, böylece kendi yolunu çizmiş oluyor. İnce bir detay, Yüzbaşı’nın kendisini tanımadığını düşünen Williams rahatlıyor ama aslında durum tam tersi, Yüzbaşı bu sakar askeri çok iyi hatırlıyor ama hatırlamazdan geliyor. Biseksüel olduğuna dair bilgiler geldikten sonra Yüzbaşı’nın da yolu belirleniyor, üstü örtülü de olsa Williams’a duyduğu ilgi sezilebiliyor. Bu arada kendisi üç dil biliyor, muhtemelen generalliğe kadar yükselmesini sağlayacak parlak bir zihne sahip ama sosyal yetenekleri oldukça kısıtlı. Farklı konularda çok şey biliyor ama kafasında kendisinin oluşturduğu bir fikir yok, iki ya da daha fazla gerçekliği analitik süzgeçten geçiremediği için yaşamı dahil hemen hiçbir şey hakkında bir fikri yok. Baştaki alıntıya ekleyebiliriz sanırım bunu, fikre ulaşamıyor ama sezgisel olarak örüntülere ulaşabiliyor, böylece bir parça da olsa önceden hesaplanmış davranışlarda bulunabiliyor ama yine de yetersiz, kendisini zarar verici durumlardan sakınamıyor.
Binbaşı Morris Langdon’ın eşi Alison Langdon’dan, ölü bebeğinden ve yardımcısı küçük Anacleto’dan bahsetmek gerek, anlatının iki ana kanadından birini Alison oluşturuyor. Aldatılmanın bütün acısını çekiyor, kocasından ayrılıp Anacleto’yla birlikte uzaklara gitmek istiyor ama bunu yapacak cesareti yok. Bebeği öldükten sonra kendisini kurtarmak için hiçbir şey yapamayacak hale geliyor, ta ki patlama noktalarından birinde pılını pırtısını toplayıp evden ayrılana kadar. Kalp krizinden ölümü çok hızlı bir şekilde gerçekleşiyor, anlatıdan çıktığı için ölmesi gerekmiyordu aslında, belki çok hafif bir kurgusal zayıflık vardır burada ama hemen hiç rahatsız etmiyor, öbür tarafta karakterlerin gerginlikleri sürüyor çünkü. Binbaşı yıkılıyor, bunun yanında Leonora sevgilisine karşı daha bir şefkatli oluyor, bir nevi acıma duyduğu için küçük bir çocukla muhatap olurmuş gibi davrandığı Alison artık ortada olmadığı için daha rahat davranabilir, rahatlama da var. Beri yandan Williams’la Yüzbaşı’nın stres dolu durumları içinden çıkılmaz bir hal alıyor, birkaç aşamada. Eşi Leonora’nın atına binip uzaklara giden, düşme tehlikesi geçiren Yüzbaşı atı bir temiz dövüyor, aslında Leonora’yı dövüyor tabii, eşine el kaldıramayacağı için hırsını attan çıkarıyor, bu sırada yakınlarda ritüelini gerçekleştiren Williams’ı görmüyor. Williams çoğu akşam aynı bölgeye gelip kayaların üzerinde çırılçıplak yatmayı seviyor. Eh, Williams’ı o halde gören Yüzbaşı’nın halini düşünebiliriz. Böyle gerilim dolu çok sayıda an var metinde, kırılma noktalarını oluşturdukları düşünebilir ama hiçbir şey olmuyor bazen, mesela bu olayda Yüzbaşı basıp gidiyor, hiçbir şey de söylemiyor ama Williams’ın etrafında dolanmaya başlıyor bu kez. Williams bön olduğu için hiçbir şeyden haberi yok, o tutkunu olduğu Leonora’yı uykusunda izlemekten başka bir şey düşünmüyor. Bu askerimiz gece vakti gizli gizli Leonora’nın odasına giriyor ve kadını izliyor. Alison bir ara yakalıyor adamı, orada bir “trick” var, onu anlatmayayım. Tesadüfler zaten kaygan olan zemini iyice kayganlaştırıyor, anlatı çok hassas bir çizgiye oturuyor ama McCullers on numara toparlıyor. Yakalanma anıyla finale geliyoruz, burayı anlatmıyorum.
Altın gözü atın -Firebird’ün- gözü olarak görüyorum, zaten bir yerde Yüzbaşı atın gözünden kendi yansımasına bakıyor, aynı şeyi Leonora da yapmıştır tabii ama atlarla ilgilenen esas asker Williams, aslında bu iki karakterin merkezinde olduğu iki farklı olay akışının birleştiği noktada gelen son iyi bir bitiş olarak görülebilir. Metin trajik bir yapıya sahip, türün özelliklerini taşıyor, Williams en sonda “bir trajedi izliyormuş gibi bakınıyor” bir yandan, biz de böyle bakabiliriz. At da böyle bakabilir. Ne bileyim, okurlar da bakar herhalde. Herkes bu metne baksın.
Ek: Şimdi kapak fotoğrafını koyarken gördüm de, üçüncü baskının kapağı buzlu. Sansürlemişler yani, ata çıplak binen bir adam sorun çıkardı herhalde, bilemiyorum. Buzsuz hali daha iyiymiş.
Cevap yaz