Ahmet Arpad’ın önsözü olmadan Burhan Arpad’ın gezi tozuya düşkünlüğü eksik kalırdı, tamlanmış. 1930’larda edebiyata, gazeteciliğe ve çok sesli müziğe ilgi duymaya başlayan Burhan Arpad bir film izler, Melek Sineması’nda gösterilen Kadınlara İnanmam‘da başrolü oynayan o yılların büyük tenoru Richard Tauber’in sesine hayran kalır, Almancaya da hayran kalır ve hemen Almanca öğrenmeye başlar, akşamları Alman Lisesi’nin kurslarına gider. Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınan Almanların o yıllarda yoğunlaştığı Tünel başındaki mekanlar Arpad’ın Alman kültürüne yakınlaşmasını sağlar. 1940’ların başında çeviriler gelecektir, Stefan Zweig’dan yaptığı çeviriyle ünlenmeye başlar, en sonunda 1948’deki Salzburg Müzik Festivali’ne gitmek için festival bürosuna mektup yazar. Davet gelir gelmez ilk kez yurt dışına gider, İstanbul’dan yolcu gemisiyle Napoli’ye, Brenner geçidi üzerinden trenle Salzburg’a. 1990’a kadar yapacağı sayısız yolculuğun ilkidir bu, gitmediği Avrupa ülkesi kalmamıştır denebilir, DP döneminde yurt dışına çıkan düşünürlere iyi gözle bakılmaması da gezmeleri engellememiştir. Bu kitapta 1948-1960 arasındaki geziler var, İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde oraların halini yakından görebiliyoruz. 1963’te Türk Dil Kurumu tarafından ödüllendirilen bu yazılar için söylenenlerden bazıları: Melih Cevdet Anday’a göre Arpad kesin yargıdan, büyük sözden kaçınıyor, kendini “yolculuk eden biri” olarak ele aldığı için yazdıkları hikâyeciliğe de kaçıyor biraz, keyif buradan. Tahir Alangu bizde hiç gelişmemiş bir yazı çeşidini ayağa kaldıran Arpad’ı bu türün en başarılı kalemlerinden biri olarak görebileceğimizi söylüyor, “kıt örneklere katılmış yeni bir başarı”. Sanıyorum en şık yorum gazeteci Arpad’la eski hikâyeci Arpad’ın yer değiştirerek birinin gördüklerini öbürüne yazdırması üzerine. Tarık Dursun K. ballamış, Arpad’ın okurunu yanına katarak birlikte götürdüğünü söylemiş. Çok haklı, Viyana’ya gittik, oradan Almanya’nın nerelerine vardık, İngiltere’ye de geçiyoruz ama ilk istikamet Salzburg. İtalya’nın kuzeyinde istasyon adları Almanca ve İtalyanca yazılmış, Brenner’e doğru insanlar daha renkli ve sevimli. Geçide yaklaştıkça İtalyan kalmıyor trende, İsviçreli genç bir kız Duçe’yle Führer’in orada buluştuklarını söylüyor. “Salzburg’a daha bir iki saatlik yolculuk var. Koridora çıkıp bir Yenice yakıyorum. Kapısı sımsıkı kapalı bir kompartımanda dört Çek delikanlısı tavla oynuyor. Bir başka kompartımanda tek başına oturan süslü püslü bir geçkin bayan, Remarque’ın Zafer Abidesi romanını karıştırıyor.” (s. 10) O yolculuktaki tanışlıklar belki bir gün olsun akla gelmemek üzere bitiverdi, trende konuşulanlar trende kaldı, zihinde dahi kalmadı, kaybolan her şeyin gittiği yere gitti. Salzburg nasıl, karanlık, koskoca bir yıkıntı gölgesi, kirli sarı ışıkların düştüğü bir yer. Savaş öncesi modeli taksi ve faytonlarla dolu, otobüsler eski ve sarsıntılı, insanların üstleri başları eski ve bakımsız ama yüzler gülüyor yine de. “Salzburg’a bu ilk gelişimde haftalarca kaldım. Yiyecek karnemi kullanarak basın lokantasında ünlü sanatçılar ve yazarlarla bir masada yemek yedim. Sırtımdaki yazlık tek elbiseyle ilk gece oyunlarından kabul resimlerine kadar her yere gittim, üç hafta süreyle coşkun bir sanat şenliğinin bütün renklerini, canlılık ve mutluluklarını an an tattım. Sonra festival bitti. Kent boşalıverdi.” (s. 12) Amerikalı işgal birlikleri orada, çeşitli milletlerden askerler var, kimse umursamıyor. Mozart Müzesi meşhur, Salzburg başpiskoposlarından biri besteciyi yanından tekmeyle kovmasına rağmen, onca eserin başka yerlerde yazılmasına karşın Salzburg ve Mozart yan yana anılıyor. Turizm afişlerinde “Mozart Kenti” yazıyormuş o zaman, şekercilerde her boydan kutunun üstünde onun resimleri var, evinin yanındaki dükkânda ünlü bestecinin oraya sık sık uğradığı belirtiliyormuş, Mozarteum’dan yükselen sesleri de katınca şehir tam bir Mozart eseri. “Mozart anıtı önünde fotoğraf çektirenlere bakarken, hep düşünürüm. Mozart bunları görseydi ne derdi, diye? Salzburg’u acaba daha mı çok severdi, yoksa büsbütün mü unuturdu!” (s. 18)
Toulouse gezisi hoş, Arpad yol düşündüklerini de katıyor mevzuya. O uçak mesela, benzerlerinden çok daha hızlı, seri üretime yakın zamanda geçtikten sonra dünya daha da küçülmüş artık. Hostesler ışık saçıyor resmen, iki yazıda karşımıza çıkan Brigitte nam hostesin büyüsü bariz. Montmartre’a geldik, ucuz şaraplı, basit yemekli ve üç kişiden oluşan orkestralı mekan sıcak. Yedi milletin gazetecisi beş masaya dağılmış, bir ara “Istanbul (Not Constantinople)” çalınca Yunan komşuların masasına neşesizlik çökmüşse de Portekizli Pedro’nun tuhaflıkları ortamı yumuşatmış. Danimarka elbette Hamlet’le ve içecekleriyle anılıyor, bir de Venedik’e benzeyen coğrafyasıyla. Avusturya: Kahve-lokanta tipi eski lokallerinin havasını yaşatan yerlerde çorba-şinitzel ikilisi, operada Mozart, büfede perde arası tıkınmak, mutluluk. Öyle bir mutluluk ki günler boyu duyduğu rahatsızlığı nice zamandan sonra çözebiliyor Arpad, bolluk ve güzellik sinirini bozmuş. Savaştan hemen sonra geldiğinde vitrinler bomboş, yüzler soluk, insanların giyimleri pejmürdeymiş ama kısa sürede toparlamış memleket, 1958’de eksiği gediği yok. Berlin civarlarında ilginç şeyler var, Frankfurt’a uçmak için Amerikan uçağı lazım çünkü Federal Almanya sınırlarından yüzlerce kilometre uzakta ve apayrı bir sosyal düzenin ortasında yaşayan Berlin’e dörtlü eski müttefiklerden başka millet için uçuş izni yok, Arpad’ın meseleye giriş şekli. “On iki yıllık bu zorunlu bölünüş, Batı ve Doğu bölgelerinde yaşayan Berlinlileri birbirlerinden iyiden iyiye uzaklaştırmış. Batı Berlinli, politika demeçlerini dinleye dinleye, Doğu Berlin’den daha üstün durumda olduğuna inanıyor. Bir başka görüşü savunan siyasî nutukları sık sık dinleyen Doğu Berlinliler de kendi durumlarını normal buluyorlar, özellikle gençler buna iyice inanmışlar.” (s. 44) Doğu’da yazılar Almanca ve Rusça, Batı Berlin’de binlerce işsiz ve sağlık durumu endişe verici çocuk var, Doğu’da umut daha kuvvetli. Frankfurt, Nürnberg ve diğer Alman şehirleri için ayrı ayrı yazılar var, Nürnberg’e bakıyorum, mimaride geçmişle modernin izleri iç içe, genç kadınlarla işgal kuvvetlerinin askerleri gündüz vakti dudak dudağalar, Amerikalılar kadınlara sarkıntılık yaptıkları zaman hemşerileri ve Alman kadınları şapalağı indiriveriyorlar. Nazi sürülerinin yıllık büyük kongre yeri diye Nürnberg’i seçmesi, Harp Suçları Mahkemesi’nin de aynı yerde kurulması gizli bir utanca yol açmış, Arpad mahkeme binasının nerede olduğunu sorduğu zaman kolay kolay cevap alamamış, nihayet bir biletçi söylemiş binanın yerini.
İskeçe gezisinde tütünün yeri geniş, Osmanlı’ya sağlam para kazandıran tütünün lokomotifi İskeçe’de herkes tütünden söz açıyor. “Akşam yemeğinden sonra yârenlik ettiğim ihtiyar, tabakasından aldığı bir tutam sapsarı tütünü özene bezene kâğıda sararken bu hoş kokulu geçmişi tatlı tatlı anlattı. İskeçe’nin ekonomik durumunu konuştuğum kimseler, sözü dönüp dolaştırıp bu ‘altın sarısı tütün’ kokan geçmişe bağladılar.” (s. 66) Çok karışmış oralar zamanında, Osmanlı’daki tütün grevlerini anlatan kitabın adı neydi, Koç’tan çıkan, o kitapta etnik çatışmaların ekonomiyle körüklendiği anlatılıyordu, söz gelişi Yunanlar grev tertiplermiş de Osmanlı bastırmaya çalışırmış. Türkler de grev yapmışlar elbet, işçinin hakkını vermeyince doğal, başka kanaldan beslenmesiyle birlikte işçinin kendini cesurca ifade etmesi süper. Son olarak Kavala’dan bahsedeyim, Konya’dan göçenler var, Anadolu’nun başka yerlerinden mübadeleyle gelenlerin yanında ticari gerekçelerle gelenler de var, Arpad çoğuyla sohbet ediyor. Sivil polisler haber uçuruyorlarmış gerçi, Arpad’ın geldiğini öyle öğrenmiş mühim biri. Gerisi de okurun elinden öper artık, sahaflarda denk gelebilirsiniz bu kıyak yazılara.
Cevap yaz