Sağlam, çok sıkı, sımsıkı öyküler. Bu sımsıkılığın olumlu ve olumsuz yanlarını anlatacağım, önce öyküler. “Eskisi Gibi Olabilecek Miyiz Madam?” ilk öykü, daha ilk paragrafta anlatıcının eşi Korhan’la arasının limoni olduğunu görüyoruz. Anlatıcı çiçek almak istiyor, Korhan çiçeklere yer olmadığını söylüyor, alt katın bahçesi olduğu için alt kata taşınmayı teklif ediyor ama daireler karanlık altta, dalga geçiyor adam, çiçekleri daracık balkondaki masanın üzerine bıraktığı gibi çıkıyor, şirkettekilerle akşam yemeği. Anlatıcı hamile kalana kadar yokmuş böyle yemekler falan, anlatıcı yatakta dönüp durduğu için Korhan ayrı yatıyormuş, sonu iyi bitmeyecek bir hikâye bu. Madam’ın hikâyesiyle birleşecek, öykünün adına varacak bir akışı takip ediyoruz artık. Madam apartmana yeni taşınmış, adamın biriyle dost hayatı yaşarken oğlunun gelip yerleşmesiyle ilişkisi sekteye uğramış. Anlatıcının Madam’la yakınlaşma çabalarını görüyoruz, iki kadın birbirlerini sağaltabilirler. Eskisi gibi olamayacaklar muhtemelen, Korhan bebeğini eline almaya çekinirken Madam’ın kişisel yaşamı oğlunun kontrolünde artık. Gündelik yaşama dair hoş ayrıntılar, alt kattaki Madam’ın evinden gelen sesler, kapıcının Madam’a dair dedikoduları öyküyü bir güzel zenginleştiriyor, hoş. Bitişik yazılması gereken bir “-ki” eki var, sıfat türeteceği yerde bağlaç olarak kullanılmış. Hoş öykü, tıkır tıkır ilerliyor anlatım. İkinci öyküye geçmeden önce öykülerdeki “X, Y, Z” diye üfürdüğüm bir formülden bahsedeceğim, öykülerin hemen hepsinde bu formülü görebiliriz. Anlatının ana çizgisini “Y” olarak düşünelim, karakterlerin geçmişinden gelen ve ana çizgiyi besleyen ögelere “X” diyelim, “Z” de öykünün finali olsun. “Yalnızlık Öldürür”de Nihan’ı otel odasında buluyoruz, bir saati var. Neye bir saati olduğu, karakterlerin bazı şeyleri neden yaptıkları X’in yardımıyla ortaya çıkarsa Z’de karakterin çatışmayı çözmesini veya çözememesini bekliyoruz, bazı öykülerde de sürpriz öğesi olarak X’ten vurucu bir karakter niteliği, öge doğrudan Z’de karşımıza çıkıyor. Sadece bu öyküyü formüle edeyim, X’te Nihan’la yakın arkadaşı Belgin’in konuşması önemli, Z’yi belirliyor. Nihan’ın kocasıyla yaşadığı sıkıntılar Sartre’la Beauvoir’yı anımsatıyor Belgin’e, bir jigolo her şeyi çözecek. Otelin gizemi ortadan kalkıyor, artık Nihan’ın yakışıklı Cesar’la ne yapacağını başka bir gizem ortaya çıkmadan izleyebiliriz. Nihan psikologluğu gereği kendini çözümlemek istiyor, yarım saat önce konuşmasını istemediği adamla konuşmak istiyor çünkü, öyle bir anda yatağa girmek zor ama Cesar için rutin bir iş bu, ertesi gün adamın odadan çıkışını ve Nihan’ın bir başınalığını görüyoruz, son. X ve Y eş uzunlukta, etkileyiciliği artırmak için Z kısa tutulmuş, dengeli bir öykü. “Yeryüzü İnsanları”nda bu denge bozuk biraz, İlker’in kapıyı açmasıyla birlikte anlatıcının tedirgin olmasından İlker’de bir terslik olduğunu anlarız, geçmişle tamamlanacak yine. Yehova Şahitleri’nden bir ekip gelmiş, İlker adamla kadını içeri alıyor, Hikmet biradere yakınlık duymaya başlıyor. Aslında çok parlak bir sanatçıymış İlker, beyninde bir şeyler cızt bızt edince bakıma muhtaç olmuş. Geçici olarak anlatıcının yanında kalıyor, Antalya’daki annesi İlker’in bir ay daha İstanbul’da kalmasını istiyor çünkü çocuk annesinin arkadaşlarını korkutuyormuş, anlatıcı için bir kırık daha. İlker’in sahte saatlere bir dünya para bayılması gibi pek çok arızası var, bir de bu Yehovacılar çıkıyor. Hikmet biraderin cenazesine gidiyorlar, dönüşte İlker Antalya’ya gidip biraderinin öğrettiği bir kâğıt oyununu annesine öğretmek istediğini söylüyor ve finalde pek başvurmadığı bir taktiğe başvuruyor Arbatlı, o sıkı kurguya kıyasla daha zahmetsiz diyeyim, derleyip toparlayıcı ve çok hızlı bir son: “Hikmet biradere içimden dua ettim Tanrı Yehova eğer bir gün Hikmet’i diriltirse yanına İlker’i de alsın. İnsanlığın büyük konserinde onu piyanonun başında hayal ediyorum.” (s. 32) Hikâyeyi şak diye kesiyor, öncesiyle bağı koparıyor, olay örgüsünün dışına taşıyor, öyküyü istical ettirerek bitiriyor efendim, üzüyor. “Kumrular”ın sonu biraz daha uzun olmasına rağmen yine aynı durumla karşı karşıya bırakabilirdi ama Arbatlı öyle bir son kurgulamış ki başıyla sonuyla bir anda parlıyor öykü, bence kitabın en iyisi. Serpil’in uyanışıyla başlıyoruz, sabahın altısında kuşların sesiyle mutlu oluyor ve komşusu Aysel Hanım’ın balkonuna yuva yapan kuşlardan deliye dönmesini hatırlıyor. Odak değişiyor hemen, saat sekize gelince Aysel Hanım’la kızının kahvaltı faslı. Yaşlı kadın kuşlardan çok çektiğini, Serpil’e akıl danıştığını söylüyor, kızı Serpil’i kahveye çağırıyor ve garip kadının huylarını hatırlıyor. Kuş düşkünü Serpil canlarından biri ölünce ulumaya benzer bir ağlama tutturuyor, yarı ölü geziyor bir süre, sonra kuşların yenisiyle yaşama dönüyor. Kocası bir garip adam, sabahın köründe evden çıkıp gecenin köründe dönüyor, Serpil teselliyi kuşlarda buluyor belli ki. Kahve faslından sonra evine dönüp yeni kuşuyla ilgilenmeye başlıyor, gerisini sürprizi mahvedeceği için anlatmayacağım ama şunu söyleyeyim, insanın karanlık yönlerini şahane anlatıyor Arbatlı. Tahmin etmek mümkün değil, bir de bu öykü formüle sığmadığı için benzerlerinden ayrılıyor hemen. Hani tek bir iyi öykünün bütün kitabı okutacağını söylerler, o öykü bu. Söylerler gerçekten, ben de biraz katılırım o söze. Diğer öyküler kötü anlamına gelmiyor bu, başka bir problem var. “Erkeklere Her Şey Anlatılmaz”a değindikten sonra geleyim oraya, bu öykü Mina’nın erkeklere neden her şeyi anlatmaması gerektiğine dairdir. “Kumrular”dakine benzer bir yapı var bu öyküde de, Mina ve yayasının yaşamlarından kısa bir kesitin ardından vurucu son geliyor. Etik, ahlakî bir sorun erkeklere anlatılmamalı burada, “Kumrular”daki mesele tamamen psikotik.
Arbatlı’yla iletişim kurma şansım oldu, öykülerle ilgili konuşmaya başlamadan önce sorduğum iki şeyden biri herhangi bir atölyeye gidip gitmediği, ikincisi de eğer gitmişse A’nın atölyesine gidip gitmediğiydi. Bir iki kez şakayla karışık değinmiştim, öykülere atölyelerin izleri bariz bir şekilde siniyor ve yazarın hangi atölyeye gittiği tahmin edilebiliyor. A’nın ne tür metinleri sevip sevmediğini hem metin tercihlerinden hem de yetiştirdiği yazarlardan ötürü az çok biliyorum, dolayısıyla yazarın öykülerini okurken o kadar da keyif almayacağımı da biliyorum çünkü öykülerin çatıları, anlatımları genellikle değişmiyor. Bu noktada okurun ne beklediği önemli, sıkı sıkı kurulmuş ve makine gibi işleyen öyküler okumak isteyenler için atölye öyküleri iyi bir tercih ama dişlilerin çıkardığı takır tukur sesi duyuyorum ben, hikâyenin cezbediciliği de yetmeyince bir tatminsizlik oluyor ister istemez. Formülün yanında formülün işleyişi de aynı, örneğin hep Y’yle başlıyor öyküler, birkaç tanesi doğrudan karakterin adıyla başlıyor hatta, olay örgüsünün başından sonuna dek kesintisiz bir anlatım. Çok öznel bir şey: Erkeklere Her Şey Anlatılmaz‘daki öyküler iyi ama belli bir kalıptan çıktığı için iyi, kalıbını kıran tek öykü haricinde dikkat çekecek bir yanı yok, kısacası sıkıcı bir iyilik bu. Anlatıcının sesi hiç değişmediği için karakterler, hikâyeler tek tipleşiyor hemen, aynı hikâyenin çeşitlemelerini okuduğumu düşündüm birkaç öyküden sonra. Karakterlerin kendilerine has tuhaflıklarına uygun bir anlatım mesela, sırf gözlemcinin/anlatıcının soğuk ve mesafeli bakışıyla yetinmemek, ne bileyim, yeni bir şey denemek. Konfor alanından ayrılamayan anlatıcıyla öyküler biraz yavan. Bir açıdan tabii.
Kesinlikle okumaya değer, yazarın ikinci kitabını da bekletir ama aşılmalı bu öykü anlayışı. Pentagram’ın son şarkısını dinlerken de aynı şeyi hissetmiştim, dünya bambaşka bir yere giderken oraya doğru bir iki adım atılmalı.
Cevap yaz