Atilla Özkırımlı – Hayatımıza Sevgisizliğe ve Yalnızlığa Dairdir

Şurada Sennur Sezer’in hoş, biraz da hüzün verici bir yazısı var, özetleyeyim, Özkırımlı’nın yaşamından da bahsedeyim. 1942’de Konya’da doğuyor Özkırımlı, 1968’de İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne giriyor, mezun olduktan sonra Hacettepe’de okutmanlığa başlasa da darbelerden ötürü üniversitede dikiş tutturamıyor bir türlü, haksızlığa karşı eyvallahı olmadığı için ilk darbede görevinden uzaklaştırılıyor, Altın Kitaplar’da ve Meydan-Larousse’ta çalışıyor, ikinci darbede çalıştığı üniversitenin konservatuvar bölümü Mimar Sinan’a bağlanınca protesto amacıyla istifa ediyor. Bu bağlanma olayına Filiz Ali bir röportajında değiniyor, Mimar Sinan’da Müzikoloji Bölümünü kurduğundan da bahsediyordu galiba. Özkırımlı’yla Ali’nin birlikte kotardıkları bir Sabahattin Ali kitabı var, arkadaşlar aynı zamanda. Sonuçta Ali üniversiteden emekli oluyor, Özkırımlı’ysa bir daha geçmiyor üniversitenin önünden. Gazetecilik, editörlük yapıyor, dönemin pek çok dergisinde ve gazetesinde çalışıyor, yazıları yayımlanıyor. Özene bezene, ince ince yazıyor anlaşıldığı kadarıyla, ele aldığı konuyla ilgili derin araştırmalara giriyor ama yazıları ses getirmiyor, ta ki bu kitapta yer alan kurmaca mektupları yayımlanana kadar. Yakınıyor bu durumdan, kafa patlattığı onca yazının dikkate alınmayıp edebiyat dünyasının magazin boyutunu dalgaya alan yazılarının tutmasına acı acı gülüyor. Mektupların ortaya çıkmasının hikâyesi ilginç, Burhan Günel’in Bir Düğün Gecesi‘yle ilgili çok ses getiren yazısından sonra Gösteri‘nin başındaki Doğan Hızlan, yardımcısı Salim Alpaslan kanalıyla bu meseleye dair bir yazı istiyor Özkırımlı’dan, Özkırımlı da Turhan’ın Orhan’a yazdığı mektupları kurgulamaya başlıyor, bu ilk mektup çok tutunca edebiyat dünyasının dedikodularını derginin sayfalarına taşıyor. Biraz makara, biraz sohbet, biraz da dedikodu serpiştirilmiş yazılar hoş, boş muhabbetten sıkacak gibi olduğu zaman hemen başlıyor gıybet, yazı toparlanıyor. Çok ilginç olaylar anlatıyor Özkırımlı, edebiyat dünyasının dar çevresinde kimin kim olduğunu bilen bilir ama onca yıldan sonra meraklı bir okur için çözülecek gizem değil, başı belaya girmesin diye isimleri vermiyor Özkırımlı. Gerçi yine birilerinin damarına basmış olacak ki bir gün mektubu yayımlanmıyor, dergiden kem küm ediyorlar, yazı bir sonraki ay da yayımlanmayınca mektuplar son buluyor. Doğan Hızlan’a hiçbir şey söylemiyor Özkırımlı, Gösteri‘ye yazmaya devam ediyor bir yandan. Acaba Burhan Günel’in başına gelen Özkırımlı’nın da mı başına geldi diye düşünüyor insan, Sezer’in değindiği kırgınlık unutturulmak istenen bir yazarın çaresizliğinden mi kaynaklanıyor, merak ediyor insan. Özkırımlı’nın diğer kitaplarını bulup okumalıyım, ancak o zaman çözülür bu. Meraklı adamım ben, bilmek isterim. Calabi-Yau uzayını merak ettiğim kadar merak ediyorum bunu. Neyse, ilk mektup Adalet Ağaoğlu’yla Burhan Günel arasında geçen mevzuyu açıklıyor, Hayri K. Yetik’in de bir kitabında değindiği mesele. Kısaca şöyle, Burhan Günel bir eleştiri yazıyor, Bir Düğün Gecesi‘nin Huxley’nin Ses Sese Karşı‘sına çok benzediğine dair. Bu yazı dergilerden dönüyor, kimse yayımlamak istemiyor çünkü Ağaoğlu’nun hışmından çekiniyorlar. Özkırımlı’ya göre tam “mafya” ortamı var, insanlar susturuluyor, sansürleniyor, gücünü yetiren orman kanunlarını uyguluyor. Aylar sonra Yazko Edebiyat hiçbir yazarın susturulamayacağından, özgürlüklerden bahsediyor ve yayımlıyor yazıyı. Olay oluyor, Ağaoğlu taraftarları Günel’i mesnetsizce suçluyorlar, karalıyorlar, bir dünya tantana. O sırada aynı yazı Papirüs‘te de çıkıyor, sansürlenmiş olarak. Mafyanın eline koz geçiyor, Günel’in yazısındaki değişikliklerden malzeme çıkarmaya çalışıyorlar. Açıkçası çok pis bir iş, derginin sahibi malum, Cemal Süreya. Adalet Ağaoğlu’na Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü veren jüride yer alan Süreya, tarafı belli. Rezillik açıkçası, iddialara makul bir şekilde cevap vermek dururken curcuna çıkarmak hoş değil. İlk mektupta verip veriştiriyor Özkırımlı, sonraki mektupta baskıcı padişahlar üzerinden yine meseleye değiniyor ve yazarlar üzerinde baskı kurulmasını eleştiriyor. Merak ediyorum, Günel’in günümüzde hemen hiç bilinmemesi Ağaoğlu yüzünden mi? Muhtemelen. Çok iyi metinleri var oysa Günel’in, Anadolu’yu “canlı” karakterler üzerinden anlatıyor, büyük şehirlerin gecekondulara hapsolan insanlarını çocuk karakterlerin büyülü, büyüsü yoksullukla baskılanmış dünyaları üzerinden kuruyor, çok hoş buluşları da var. Cürmüm kadar yer yakayım, yayınevlerine çağrımdır, Ağaoğlu kısa süre önce yaşama veda etmişken Günel’in metinleri mutlaka ele alınmalıdır artık. Birçok yayınevinden çıkmış kitaplar, tek bir yayınevinde toplansa da güzel baskılarla sunulsa çok hoş olur, yazara itibarını iade etmek gerek.

Başka meselelerden biri, arabeskin yayılmasıyla yazarların ayyuka çıkan kıskançlıkları. Arabeske arka çıkan yazarlar müziğin ne olduğunu bilmiyorlarmış, öyle rezillikler de dinlenir miymiş, camia ikiye bölünmüş kısaca. “Dolmuş müziği” sevilir mi, sevilmez mi derken yine gıybetin dibine vurulmuş anlaşıldığı kadarıyla. Ansiklopedilerin her eve girmesi bir başka mesele, yazarlar ek gelir elde etmek için ansiklopedi maddesi yazmaya başlamışlar, kimi X ansiklopedisine koyduğu maddeyi biraz değiştirerek Y’ye de koymuş, iyi para kazanmış bu işten. Özkırımlı ansiklopedi furyasının doğuşunu da ele alıyor, aktarayım: “Her şey lazların başının altından çıktı aslında. Her yeri apartmanla doldurdular. İnsanlar önce apartmanlara taşındı. Misafir odaları değil, salonları vardı artık. Salonlarında da vitrinli, televizyonlu bir şeyleri. O bir şeyin rafları da vardı. Boş boş çirkin duruyordu. Gelen gidene karşı da ayıp oluyordu doğrusu. Raflar dolduruldu. İşte böylece ansiklopedicilik birden canlanıverdi. Kitap da konuluyordu kuşkusuz. Rengarenk, metreyle alınan kitaplar. Ama kitap tehlikeliydi. Okunması gerekirdi. Belli olmaz, bir gün ukalanın birinin soracağı tutardı. Valla, henüz okuyamadım da, diyemezdin ki. Oysa ansiklopedide bu tehlike yoktu. Okunmazdı, okunması gerekmezdi. Arada sırada şöyle bir bakardın. Ya da bakar gibi yapardın işte. O bilgiler senindi. Orada, karşında dururlardı ve sen onlara sahip olmanın güvenini duyardın.” (s. 27) Çok hoş, tam olarak bu. O devri yakaladım ben, mavisi, yeşili, grisi, kırmızısı derken raflar gökkuşağına dönerdi. Açıldı mı o ansiklopediler, hayır. Ben can sıkıntısından dadandım çocukken, tuvalete giderken bir cildi alıp karıştırırdım. Büyüyünce attım hepsini. Annem atmak istemedi, ansiklopediye en son ne zaman baktığını sordum, hatırlayamayınca attım. Gazeteler de kuponla dağıttılar bir ara, parayla alamayanlar gazeteyle alıp bilgiye boğuldular, böylece ülkemiz galaksi çapında muazzam bir seviyeye ulaşarak bilgi patlaması yaşadı, gırtlağımıza kadar battık bilgiye. Süper olay.

Dedikodular. Biri çevirilere takla attırarak klasikleri farklı yayınevlerinden çıkarmış, diğeri boşanmış da yeniden evlenmiş, bir diğeri eşini aldatıyormuş, üstelik ünlü bir yazarla. Yaşar Kemal, Mitterand’a yanlayarak Nobel’i elinin tersiyle itmiş, Fransa ile İsveç arasında tartışmalara sebep olmuş. Yeni şiirini bir ortamda okuyan şaire Orhan Gencebay’ın son şarkısını mı söylediğini sormuşlar, böyle bir dünya şey. Naci’yi öpmek istiyor bu arada Orhan, Salâh Birsel’in Türkçesiyle ilgili sözlerinden ötürü. Sıkı bir yazı o, yer aldığı kitabı burada incelemiştim. Naci’ye göre Birsel işin iyice suyunu çıkararak Türkçeden uzaklaşmış iyice, üfürükten sözcüklerle dilin çanına ot tıkamış, böyle şeyler.

İkinci bölüm “Ve Karşı Yazılar”. Özkırımlı çok duyarlı, incelikli bir insan, bu bölümdeki denemelerinden belli oluyor. Genelleyeyim, insanlara hayret ediyor Özkırımlı, küçücük bir anlayışı, sevgiyi, sorumluluğu göstermeyip insanları koca koca kırdıkları için. Şaşırılan bir şeymiş o zamanlar, bugün şaşırıyor muyuz? Yeşim’le yaşadım bunu, şahit olduğu korkunç bir olayı anlattı, tam bir sığır gibi tepki verdim. Hiç şaşırtıcı gelmedi anlattığı şey. İnsanın olduğu yerde hiçbir şey şaşırtıcı gelmiyor, çocukluğumdan kalan tek işe yarar şey olabilir bu. Bazen kendini kandırıyor insan da bu soğukkanlılığı unutmamış oluyor, toparlıyor. Bir kere mahvolduysak, değil mi, tekniği unutmayız, sağ olsun Osman Konuk. Erken mahvolanlar erken yırtar.

Bir yerlerde denk gelirseniz muhakkak okuyun, Özkırımlı’yla hüzünlü bir tanışma oldu benim için.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!