Antonio Tabucchi – Yolculuklar ve Öteki Yolculuklar

Tabucchi’nin gezileri tozuları, ayrıca romanlarında karakterlerini kentlerine, çöllerine, denizlerine attığı ülkelerin de sayımı bir anlamda. Sonradan kitaplaşması düşünülmemiş yazılar, mekânların kâğıda kömürden düşümleri. Bir yerden başkasına bilinçsizce sürükleniş sırasında açığa çıkan idrak anlarının kaydı, düzenli. Toparlayınca bir kitap etmiş, uzun yolculukların birbirine geçtiğidir işte, ayakların yerden kesildiği anlar, dünyadaki her şeyin ödünçlüğünün idrakı, sürgit devinim. Röportajında da anlatıyor Tabucchi, “ufku hiç değişmeyen bir köyde” dizindeki sakatlıktan ötürü bir yıl yatağa çivilenen, Conrad ve Stevenson okuyarak serüvenlere acıkan çocuğun esas arzusu Fellini’nin Tatlı Hayat‘ını izledikten sonra ortaya çıkıyor, köy yaşamıyla filmdeki İtalya birbirine hiç uymayınca dışarıya duyduğu merak artıyor. Gerisi yol, önce üniversite yıllarında Paris’e gidiyor, sonra dünyanın geri kalanına. Söylendiği gibi “küresel köy” değil dünya, her coğrafyanın kendine özgülükleri keşfedilmeyi bekliyor. Öykülerindeki karakterlerden bahsediyor Tabucchi, her birinin hissettiğini kendi de hissetmiştir. Singapur’da bir pazar günü bütün şehir boşalmışken ucuz bir pansiyonda kalan adama amcasının ruhu musallat olabilir, adam neden İtalya’da değil, neden İtalyan televizyonunu izlemiyor, neden yerli peynirlerden yemiyor? Bilinmeyen bir yer olağanüstülüğünü keşfedilene kadar yitirmez, ruhların ortaya çıkmaları için uygundur, bunların hepsi mümkündür bir yandan, Tabucchi sezmiş. Daha çok şiir okumuş yollarda, Cendrars örneğin, Kavafis, eyleminin tinselliğini şiirle koruduğunu bilmeden söylüyorum. Çocukluğun büyüsünü sürdürmek için de, amcası küçük çocuğu Floransa’ya götürürmüş de San Marco’ya varırlarmış, yapılar rüya gibi yükselirmiş göğe. “Sonra amcama sormuştum: Amca, melekleri nasıl görebiliriz? O da şöyle yanıtlamıştı: Melekleri görmek için boya fırçasını doğru tutmayı öğrenmek gerek.” (s. 34) Fırçadan doğan melekler tavanlardan, göklerden renklerle iniyorlar, amcasıyla dolanan çocuk hepsine büyülenmiş gibi bakıyor, büyüyüp aynı yerleri tek başına gezdiği zaman dahi. Pisa’yla ilgili bölümde zamanımızın gezintilerinde her şeyi fotoğraflayıp geçmekten bahsediyor, hız çağında orada olmak değil, olmanın temsili daha önemli. Rehberin hızlıca bilgilendirdiği gezginler neye baktıklarını tam olarak anlamadan, bilgiyle tamamlayarak geçip gidiyorlar, Giacomo Leopardi’nin yaşadığı evin duvarını çakılmış plaketi görmeden. 1998’de şairin doğumunun iki yüzüncü yıldönümünde düzenlenen etkinlikleri anlatıyor yazar, şiirlerin arasına belgeseller, sergiler konmuş, katalogları her yerde bulunamasa da nereye bakacağını bilen, daha da önemlisi zamanı olan turist biraz da şanslıysa kataloğu bulabilirmiş. Biraz yavaşlamak gerek bunun için. Paris’te mevzu Delacroix, suluboyalarının soyutluğuyla Paul Klee’nin öncüsü. Fas’ta elde ettiği ayrıcalıkla hamama girip ortamı gözlemlemiş, kadınlarının üzgün yüzünü o izlenimlerinden devşirmiştir Delacroix, yakın arkadaşı Baudelaire’in tespiti. Kendi anılarını anlattığı defterlerden, seyahat kitaplarından da bahis var, en son Chopin’in portresini yaptığını ekleyeyim.

Girit macerası birkaç bölüme yayılıyor. Tabucchi 1998’de Atina’ya geldikten sonra zeytinyağı faciasını öğrenmiş: AB ekonomistleri Yunanistan’ın çok fazla zeytinyağı ürettiğini, fiyatların düştüğünü tespit ettikten sonra para karşılığında köylülerden zeytin ağaçlarını kesmelerini, yerine kivi ekilecek tarlalar açmalarını söylemişler. Oğulları zeytin ağaçlarını keserken hüngür hüngür ağlayan yaşlı bir adam gördüğünü söylüyor yazarın yayımcısı, sonradan protestoların yapılmasıyla AB bu süper planından vazgeçmiş de zeytin ağaçlarından geriye kalanlar kurtulmuş. Hemen bir makale yazıyor Tabucchi, mevzuyu duyurduğu yazı 1999’da bir kitabın parçası olarak basıldıktan sonra Hanya’dan bir mektup alıyor. Yazıyı okuyan bir kadın yazarla eşini otellerinde ağırlamak istediğini söyleyince 2000’de Girit’e gidiyorlar, dünya biraz daha genişliyor. Elitis’in övgü şiirleri mi daha iyi yoksa Seferis’in mitolojisi mi daha güzel? Beckett’ın oyununu küçücük tiyatroda izlemek isterler mi? Adanın içlerindeki el değmemiş koruluklarda mitik kalıntılar var mıdır? Keşiflerle birlikte tarih de çıkıyor ortaya, 1941’deki Girit savaşında Hitler’in ordusu paraşütlerle adaya indikleri zaman Giritliler bağcı bıçaklarıyla yok etmiş hepsini, Nazilerin bozguna uğramasının başlangıcı. Bağımsızlıklarını Venizelos’a borçlular, ihtilal meclisini kuran adam bir grup devrimciyle birlikte başladığı işi bütün adaya yayılan bir devrim ağıyla tamamlamış, bağımsızlıklarını kazanmışlar. Ulusal Direniş Müzesi’ndeki eserler mücadeleden kalanların sergilendiği yerlerden biri, önüne direnişçilerin yazgısal toplantılarını anmak için bir yazıt dikilmiş. Az ötede “melankoliklerin otu” denen hodan büyürmüş, Galenus ve Dioscordes de zamanında bu bitkinin sağaltıcı etkilerini övmüş. Uzun süre kocakarı ilacı olarak görülen bu bitkinin özü antidepresanlarda kullanılmaktaymış şimdi, halkın bilgisi çarpıtılmaya çok müsaitse de gerçeklik yok değil. Bütün bu otlar, ağaçlar, yeşillikler Girit’in dağlarından akan şaşırtıcı duruluktaki derelerden beslenir. “Giritliler hiçbir zaman durulmayan bu suların büyülü olduklarını bilirler. O yüzden şöyle bir deyimleri vardır: ‘Dereler ve kaynaklar geceleri bir saat uyur, içmek isteyen o sırada suyu yavaşça okşayarak uyandırmalıdır, yoksa su öfkelenir ve onun aklını çalar.’” (s. 77)

Tabucchi’nin İstanbul gezisine dair pek bir şey yok, Kapadokya’da Fellini’nin çektiği film dışında da pek anmıyor orayı. Japonya hatıraları daha dikkate değer. Tabucchi bir arkadaşına hediye almak için Kyoto’da bir dükkâna giriyor, isteğini söylediğinde özel kâğıtlar çıkarılıyor, bir kalem ve mürekkep hokkası, ideogram. Kâğıdı boş bir karton kutuya saran dükkân sahibi kutuyu Tabucchi’ye veriyor. Anlamıyor adam, yanındakine hediyenin ne olduğunu anlamadığını söylüyor. O ideogram hediye işte. “Barthes, Japonya üzerine yazdığı Göstergeler İmparatorluğu adlı kitabında, kapsamın içerikten daha önemli olduğunu yazar. Ama bunu kitaptan okumak başka, bizzat deneyimlemek başkadır.” (s. 85) Tanizaki’nin mezarıyla ilgili hoş kısmı Twitter’da paylaştım, almıyorum buraya.

Avustralya’yla bitireceğim, aslında Arjantin’le de bitebilirdi ama Portekiz’in hatırı kalırdı o zaman, Brezilya’yı n’apardık hiç bilemiyorum. Biraz Portekiz o zaman, Salazar’ın dehşeti, muhalif sanatçıların mücadeleleri, adı geçmiyor ama Pascal Mercier’nin Lizbon’a Gece Treni adlı o şahane metni, Akdeniz kültürünü unutan Portekizliler. Pessoa tabii, Pessoa taklidi yapan Pessoa, bir başkasına kendini yazdırıp çizdiren, kurduran, kendi kendine münşi. Dünyanın diğer ucu, Avustralya. Aborijinler başta katledilmişler ama sonradan değerleri verilmiş, işgalciler meclislerinde sandalyeler vermişler, kültürlerini yaşatmışlar. Belli bir sayıya inmeleri gerekliymiş insanca muamele görmek için, artık zararsızlar. Cinsellik zararlı, kanallarda uyarılar ve yasaklar baskın, Victoria zamanının İngiltere’sini andırıyor Tabucchi’nin gezdiği ülke. Hanging Rock meşhur, kaybolan insanların ardından kendisini de kaybetmek isteyen nice ziyaretçi kayaların arasında dolanıp durmuştur, Tabucchi de dolanmış ama niyeti başka, o şehirden uzaklaştıkça kendini gösteren kırsalın gizemini çözmeye çalışıyor. Ornitorenk mesela, biyolojik yapısıyla büyük gizem. Yıldızlar. Bir film vardı, bulamadım sonradan. Aborijinler ateşin başında, tam üstlerinde bir yerde astronotlar uzay aracının penceresinden dışarı bakıyorlar. Ritüel sürerken şamanlardan biri ateşi üfleyerek kıvılcımlarını savuruyor havaya, hızla uzaklaşan kıvılcımlar pencerelere yaklaşıyor ve astronotlar ateşten noktaları önlerinde buluyorlar. İnanması zorsa da hayranlıkla izliyorlar, neydi ki bu film? Neyse, Tabucchi üniversitede bir konuşma yapıyor, klişe soruların dışında bir iki parlak soru da geldiği için hatırlıyor o safhayı. Oldukça belirgin anılar yayılıyor, normalde karanlığa gömülecek bilinç alanlarını aydınlatarak belirgin hale getiriyor. Kumaşın üzerinde yayılan su gibi.

İyi bir yazardan iyi geziler, iyi yazılar, yemekler, sanatçılar, resimler, binalar, düşler, Borges’ler, Kafka’lar, örneğin Brejnev döneminde Prag’da Kafka’yı bilmeyen kitapçılar, merdivenler, yokuşlar, inişler, ölüler, kalılar.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!