Nikolaidis’in bir başka Saraybosnalıyla davalık olması ilginç, Kusturica’nın savaş zamanında Sırpların çığırtkanlığını yaptığına dair laflarını esirgemeyen Nikolaidis mahkeme tarafından suçlu bulunuyor ve tazminat ödemeye mahkum ediliyor. Dava ikinci kez görüldüğünde sonuç aynı, üst mahkeme de Nikolaidis’i haksız bulunca Bosnalı sanatçılar, gazeteciler para toplayarak tazminatı ödüyorlar. Olaydan dört yıl sonra Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü kazanıyor Nikolaidis, iki metni Türkçeye çevriliyor da birinin baskısı bitiyor, Aylak Kitap umarım en kısa zamanda bu kitabı tekrar basıyor Bernhard’ın hatırına. Epigraf kaynağı veriyor aslında, herkes yaptıklarından tamamen bağımsız olarak kendi kaynaklarına itiliyormuş, kendini doğrulamaya çalışan bir kabus gibiymiş bu. Kendiliğin gecesiyle gündüzü arasındaki farkı düşündüm, gece kendiliğimizi daha iyi biliriz çünkü boşluktur, yuttuğu yerden çıkmakla sayısız tercihin arasına düşeriz, oradan çıkmak için de geceyi bekleriz bu kez, boşluğun emniyetiyle aydınlığın bilinmezinin arasında bir andan ibaretiz, bunu düşündüm tahta iskemlede otururken, denize yaklaşan elimi izledim. Parmağım suyun yüzeyini gerip delerken serinliğin de tek bir an olduğunu. Diye bir başlangıç yok, anlatıcı tiksintisini idare edebilseydi her şeyin farklı olacağını düşünüyor ki idare edilmemişi başka bir romana dönüşmüştür. Bernhard dostlarının sayısı neyse ki çok, bu konuda bizim şansımız da Fatih Balkış olsa gerek. Metne dönelim, sahile dönelim, insanlar koylarda kanserojen ışınları bir güzel emdirip derilerini karartırlar, kavruk ciltlerini parfümlere bularlar, birilerine oral hizmetler sunup tatillerini menilendirirler. Güneşin kapalı perdeler ardından döküldüğü odadadır anlatıcı, ter kokusuna dayanamaz, sıcak taşların boğuculuğu mahveder, adam yanlış tercihleri yüzünden yittiklerini düşünür. Eşyaları o odaya taşımışlar, iki yıl boyunca onca tere ve birbirlerine katlanmışlardır, eşi daha fazla katlanamadığını söyleyip gidince yaşamını kurtarmıştır bir açıdan, adamın pesimizminden kendini kurtarmıştır. Hayatı sevmeye başladığını söyler gitmeden önce, adamın kadına tek faydası budur. Bernhard sarmallarına takılan bir iki sahne daha çıkacaktır karşımıza, gerçi Nikolaidis burada Hornby’nin Ölümüne Sadakat‘indeki taklayı yapıştırmış, döngülerden birinde kadının neden terk ettiğini anlatıyor da mevzuya açılacak alan bırakmıyor, hikâyenin bir daha oradan, oranın civarından geçmeyeceğini biliyoruz. Bernhard döner, döndüğü yeri genişletir veya etrafın bilinmeyenini açık eder, Nikolaidis bunu pek yapamaz çünkü karakterin eşiyle arasında geçenler başka sarmallar doğurmaz, tekil bir yapı olarak kalır, yıkımın güncesinde bir sayfadan öteye geçmez. Nikolaidis’in metni bu açıdan kısırdır biraz, genişlemeye müsait olmayan bölümler kanırtılır, esnetilir, iyi ifade edilmiş kuru nefretlerden öteye çoğu zaman geçilmez. Adamımızın yaşamında ailesinin yarattığı tahribattan başkaca ülkenin berbat durumu vardır biraz, geri kalanı beyinsiz insanlarla ilgilidir. Nedir, Sırplar bir Müslüman mezarlığını yok edip yerine evler yaparlar, sanki orada hiçbir şey olmamış gibidir, hiçbir katliam yaşanmamıştır, zaman bu acılı bireyin halini pek umursamadan keyfince sürdürür, kendini sürer, anlatıcı bu umursanmama halinden de şikayetçidir. Bir gece gezintisidir anlatıcının düştüğü, geçmişine odaklanmadığı zamanlarda karşılaştığı insanların yaşamlarından kendine umutsuzluk türetir. Birkaç karaktere bakalım, kızlarını satan adam mesela, yaşları geldiğinde hemen piyasaya çıkarır ve turistler başta olmak üzere insanlara sunar kızlarını. Anlatıcı biriyle birlikte olmaktan alamaz kendini, çürümüşlüğü görmek ister. Bir başkası çocukluk arkadaşıdır, izbandut olmuştur resmen, yıllar sonra karşılaşırlar. Okulun zengin zorbalarından biri yoksul çocuklara yemek ısmarlayarak çete kurar, izbandutun kollarını kırdırır, annesiyle babası çareyi çocuğu okuldan almakta bulurlar. İzbandut biraz daha büyüyünce savaşa gider, birkaç kişiyi öldürür ve şehre girince arkadaşları gibi saldırmaz, kadınlara tecavüz edip erkekleri öldürmez, bir köşeye saklanıp gözlerini kapatır. Güçsüzün halini bildiği için ortak olmaz, eve döndüğü zaman hemen evlenir, güzel bir yaşam sürmek için elinden geleni yapar. Bir gün kollarını kırdıran çocuğa rastlar, artık adamdır da çocuktur yine. Yaptıkları için pişman olduğunu söyler, ağlar, dost olurlar da izbandutun çocuğunun vaftiz babasıdır artık. Hiçbir şey değişmemiştir, iş için evden uzaklaşan adam geri döndüğünde eşinin dostuyla birlikte kaçtığını öğrenir. Bu hikâye anlatıcıya insanı yermek için malzeme verir, bu tür bir karakter, durum, her neyse artık, doğal seçilimin bir parçasıdır, güçsüzlüktür, hayatta kalmaması gereken insanlarla ilgilidir. Bu tür bir, neyse artık, insanın özüdür diğer yandan, güven olmadan diğerinde kendini göremez insan, varlığı güdük kalır. İkidir insan, kendisi ve başkasıdır, izbandut kendisini bildiğinden başkasına dair pek bir öngörüsü yoktur ya da bu öngörü pek de kıymetli değildir. Başka biri, anlatıcı bir caminin önünden geçerken cemaatin dağıldığını görür, cenazenin bir zamanlar cenaze olmadığı halini dinler. Adamın çocuğu suç işlemiştir, işlemeye de devam edecektir ama adam çocuğunu korur. Çocuğu ölen diğer adam cezayı keser, saklananın kardeşini öldürür. Büyük kardeş, suçlu çocuk babasından nefret bekler, en başından beri babasının kendisinden nefret etmesini ister ama baba müşfiktir, aklından bile geçirmez nefreti. Yalnız öleceğini mutlulukla söyler, yalnızdır ve öyle kalacaktır, zayıflığın iyilikten farkını ayıramayanlar yanında olmayacaktır. Çocuğa babasını öldürmekten başka çare kalmaz, zorbaya zorbalık etmekten başka da çare kalmaz, ezemeyene ezilmekten başka çare kalmayacakmış gibi düşünen insanlar için yaşamın özü budur. “Çöpten kurtulur gibi her gün insanlardan kurtuluruz. Biz kurtuluruz ve bizden kurtulurlar, gerçeğin ta kendisi. Bizden sürekli kurtulan bir dünyaya atılmışız. Sonunda yaşamlarımızın çöp yığınları arasında dolanan kendimizle baş başa kalırız. Her yanımız ıskartaya çıkardığımız arkadaşlar, sevgililer ve bir günlüğüne iyi olan insanlarla doludur; kaçındıklarımız ve baştan savdıklarımızla.” (s. 69)
Anlatıcının kendi hikâyesi yangınla başlayıp yine kendisiyle biter. Ormanlar yanarken babasına ait hayvanlar telef olmasın diye uğraşan komşularına teşekkür etmez adam, yabanlığını korur. Ölülerden geriye kalanlar için kılını kıpırdatmaz, babasının keder içinde canını vermesi kendi yaşamındaki acılara değmedikçe önemli değildir. Çok sevdiği eşinin ölümünden sonra baba düştüğü delikten çıkamayacaktır bir daha, anlatıcının hatırladığı kadarıyla kitaplardan başını kaldırmaz, Aziz Augustinus’ta arar teselliyi. Kasvetli bir adamdır oğlu için, hele öldükten sonra. Anlatıcı on yıldır kimsenin girip çıkmadığı bir evde dolanıp babasını arar, masanın üzerindeki taşlaşmış ekmeği görür, raflardaki kitapların nereye kaybolduğunu merak eder. Baba çileci bir yaşamı sürüklemekten bıkmıştır nihayet, kitaplardan da kurtulmuştur, bilgi kalkanı sayesinde uzak durduğunu söylediği dünyadan korunamaz artık, dünya bütün kederiyle eve dolmuştur. Yedi kitap kalmıştır geride, yedi cilt, anlatıcı masanın tozunu o ciltlerle kaldırır ve kapakları açınca babasının günlüğüyle karşılaşır. Yedi defterlik veya kitaplık günlük, yıllara yayılmış sayfalar, günce, gündeş, günsü, gündar, yıllara yayılmış sayfalar. Bütününde tek bir sözcük, defalarca yazılmış bir tek, babanın yaşamdan geçmesinin sebebi, yaratmakla baş edememesinin sonucu, her şeyi eksiltme çabasının zıddı: “Oğul”. Baba kendini affedememiştir, ölümle de baş edemeyince oğlunun varlığını defterlere kazır ki orada kalsın, neye yol açtığı gelmesin aklına.
Novelladır, iyidir, Bernhard’ı özleyenler için çölde vaha kıymetindedir. Bernhardesk metinler başımızın üstünedir, öfkenin sesini bir o metinlerde duyabiliriz, öfke kurguyla öylesi birleşemez başka bir üslupla. Oyun değil, dil veya başka bir şey de değil, döne döne büyüyen öfke.
Cevap yaz