Bar Sonatları var, dünya tezgâhın arkasında başka, önünde başka, birileri bara gelip gidiyor, bir şeyler oluyor, aşklar bitiyor, başlıyor, hepsi bir kokteylle eşleniyor. Geçmişten biri hayalet olmadığını gösteriyor yıllar sonra, hatırlananla olanın arasındaki uçurum Bahama Mama’ya dönüşüyor ve içiliyor. Tarif bölümün sonunda, okur da o bölümü kokteyle dönüştürüp içebilir, okur kokteyle veya karakterlere dönüşebilir, kurmacalar bu açıdan kuvvetli katalizördür. Sonuçta nesneler üzerinden kurulan anlatılar iyidir, bizdeki pek çok örneğinden aklıma ilk gelen Kemal Ateş’in Veresiye Defteri. Borçlarına göre yaşamlar. Ateş de ışık kirliliği içindeki edebiyatımızın en büyük ve değeri en bilinmeyen yıldızlarından biri, anayım. Bir nevi mikro tarihe yaslanan kurmaca anlayışına “mikro kurgu” diyesiyim, küçük şeylerden anlatı çıkarmaca. Bu konuda bir teşebbüsüm oldu, “Bunu Ben Bilmem Nereye” diye bir öyküm vardı ilk kitapta, anlatıcı bir şey arıyor ama ne aradığını söylemiyor, evin orasına burasına bakarken birkaç nesneyle, duyguyla, güneş ışığıyla, anıyla karşılaşıyor, her nesne azıcık farklılaşmış bir anlatım tekniğine yol açıyor falan, öyle öyle gidiyor hikâye. Anlatıcının neyi aradığı romanda geçiyor da hatırlamıyorum şu an, ben bunları yazdıktan sonra düzelti haricinde dönüp bakmıyorum bir daha, unutmak istiyorum ve unutuyorum ki yeni şeylere yer açabileyim. Neyse, Staikos’un metni son derece mütevazı, denebilir ki olay örgüsüne kıyasla yemeklerin yapımı çok daha zor ama kaygılanılacak bir durum yok, anlatıda geçen bütün yemeklerin tarifleri uzun uzun verilmiş, isteyen aynı yemeği aynı lezzette yapıp yiyebilir diyeceğim, o da pek mümkün değil. Karakterler iki kaşık meltem koyuyorlar bazen. Ege’nin karşı tarafındaki meltemi burada bulduk diyelim, bu kez de Nana’ya âşıklık eksik, onu da bir başkasına âşık olarak tedarik edebiliriz zannediyorum. Dhimitris ve Dhamoklis aynı kadına âşık olarak külli motivasyona ulaşıyorlar, anlaşıldığı kadarıyla yaptıkları yemekler insanın aklını başından alıyor. Obur Zihin‘de anlatılıyordu, yiyeceklerin beyindeki pek çok bölgede şimşek çaktırma gücü var, güzel bir yemek yerken ağzı yüzü buruşan insanlar numaradan yapmıyorlar o mimikleri yani. Aslında bunlar kaydedilip sonradan izlense çoğu kişi kendini tanıyamaz sanıyorum. Biri, gözleri kapalı, müzik duyuluyor veya duyulmuyor, aynı biri ekrana bakıp duruyor öyle, ne yapıyor? Bir şey yazıyor veya izliyor, donuk. Aslında o biri biz olmalıyız ama o sırada değiliz, gözlemlediğimiz kendimiz değil(iz), bir başkası. Aslında var bile olmadığımızı söyleyen nörologların bir adım gerisine gelelim, aslında varız ama varlığımızın niteliği değişken, sabit tutmak için “sessiz oda” benzeri bir yapıda durmalıyız, tabii delirmezsek. Buradan karakterlerin sabitliğine geçeceğim, Dhi ve Dha komşular, balkonlarından gelen yemek kokuları olmasa birbirlerini tanımayacaklar çünkü Nana düzenli ziyaretlerini sürdürürken kime geldiyse diğerine yakalanmamayı başarıyor, uzunca bir süre ne işler döndüğünden haberleri yok. Dha bir gün kokuyu alıyor, “maydanozları dans ettiren” komşusuyla bir kahve içmek istediğini söylüyor rastlaştıklarında. Dhi’ye göre komşusunun röntgenciliği problem olmayabilir, sonuçta onun evinden de güzel kokular geliyor ama esas meseleyi bilmiyor, Dha yandaki evi dikizlerken Nana’ya aldığı ponponlu terlikleri görüyor ve âşığını Dhi’yle paylaştığını anlıyor. Sadece Dhi’yle de değil, söylediğine göre Nana kısa bir süre önce evlenmiş, eşiyle de vakit geçirmek zorunda olduğu için iki âşığa kısacık bir süre kalıyor ve bu durum Dha’nın canını sıktığı için Dhi’yle yakınlaşarak bir nevi kader ortaklığı veya dostluk kurmak istiyor, tabii durumu olduğu gibi anlatmaktansa akıl oyunları oynayarak en yakın düşmanını yıkmaya çalışıyor bir süre. Birbirlerine ayna vazifesi görmeleri sessiz odadan çıkmalarına yol açıyor, aşktan ölmelerine rağmen Nana’yla hiçbir zaman tam anlamıyla bir araya gelemeyeceklerini düşünmüyorlar artık, ikisiyle birlikte süren ilişki kendi ilişkilerinin süreceğini gösteriyor çünkü. Birbirlerine oynadıkları oyunlar, söylenen yalanlar, Nana’yı elde tutmak için giriştikleri katakulliler aşklarını körüklüyor, zor hazırlanan yemekler de Nana’nın işine geliyor tabii. Nana sevişiyor, yemeğini yiyor ve gidiyor, sadece o yemek zevkini tatmak için geldiğini söyleyebiliriz. Önceden ne yemek istediğini söylüyor, geldiğinde yemek hazır değilse hemencecik sevişiyor ve yemeğin yapımında aşktan aklı gitmiş adamlarımıza yardım ediyor, sarılıyor, türlü türlü işler.
“İki düşman, dostça el sıkıştı, her biri kendi adını söyleyerek, ‘görüşmek üzere’ dedi. Aceleyle oradan uzaklaştılar. İkisi de, kendi üssüne dönüp, diğerini gözetleme işini düzenlemeye can atıyordu.” (s. 11) Otuz kilometre uzaktaki bir balıkçıdan denizkestanesi almaya gidiyorlar, sebzelerin kalitesi söz konusuysa takıntılılar, kısacası biri diğerine göre kusursuz bir kopya niteliğinde. O güne dek karşılaşmamaları ilginç, evlerine ne zaman taşındıklarına dair bilgi yoksa da bir süredir orada oturduklarını düşünebiliriz, işleri güçleri de belli değil ama aşçı olduklarını da düşünebiliriz. Staikos aslında oyun yazarı olarak biliniyor, bu novella aslında tam oyuna dönüştürmelik bir metin, tek perdelik şahane bir oyun çıkar bundan. Deli gibi yemek yapmak ve sevişmek dışında başka bir şey bilmeyen iki adam, adamları yemek yapmaları için kışkırtan bir kadın, hoş komedi. Nana durmadan över adamları, gül renkli altın salçayı nasıl yaptıklarını sorar, “o vahşi domatesleri” nasıl terbiye ettiklerini sorar, acımasız kızıllığın ıslahından bahseder, daha fazlasını yapmaları için zorlar, sınırları görmek ister, bu yüzden ara ara geç kalır, örneğin iki saat geç kalınca Dhi çıldıracak gibi olur ve yemeği daha iyi yapıp kadını yanında tutmak ister haliyle, hele Dha’nın da Nana’nın âşığı olduğunu anladıktan sonra performansını yükseltmeye çalışır ama nihayet anlaşır iki dost, kadını paylaşmaya karar verirler, böylece kendilerine belli günleri ayırarak o günlerin dışında Nana’yla görüşmemeye razı olurlar. Kocaya da vakit kalmalıdır, böylece Nana aile faciası yaşamadan gidip gelebilir. Tabii hemen bozarlar anlaşmayı, biri tiyatroya gideceğini söyleyip numara çeker, diğeri onu kontrol etmek için tiyatroya doğru yola çıkarken biri evine geri döner ve Nana’yı misafir eder. Aynı şeyi diğeri de yapınca o anlaşmama anlaşmasını da bozup son bir yarışmaya karar verirler. Hangisinin musakkası daha güzel olursa Nana’yı o alacaktır, bu yüzden uzun uzun hazırlanırlar. O zamana kadar olan biten her şeyi keyifle izleyen Nana iki âşığının iyice tırlattıklarını görünce yarışmayı kabul eder, önündeki iki tabağı silip süpürdükten sonra birlikte ilk ve son kez yemek yediklerini, aslında en başından beri yalan söylediğini, evli olmadığını ama ertesi gün evleneceğini dile getirir ve gözleri kocaman kocaman açılmış iki adama veda ederek evden çıkar. O günden bir yıl sonra bile Dhi’yle Dha’nın gözleri yaşlıdır, kadına her geçen gün daha çok âşık olurlar ve yaratıcılıkları gastronomiden edebiyata kayar, Nana’ya şiirler, romanlar, öyküler yazarlar. Ayrılığın birinci yılında eski yeteneklerine başvurarak birer tabak koliva koyarlar önlerine, yemeği yiyip Nana’yı anarlar. Bu kolivanın İstanbul usulü de varmış, Ortodoks Hristiyanlar mezarlıkta sunarlarmış, öyle bir gelenek de var. Aslında yemeklerin anlamı yaşanan olaylarla birlikte ortaya çıkıyor, Dha hiçbir şeyin farkına varmadığı zamanlarda basit yemekler hazırlarken çıtayı yükseltiyor, Dhi de aynı şekilde. Son canavarın musakka olması da makul, iyi bir musakka sanat eseridir valla.
Hoş novella, tok karnına okumazsanız acı çekersiniz.
Cevap yaz