Dört yıl önce okuduğum kitabı nasıl anlatırım? Aralardan seçeyim. Yazıları olmayan toplumlar doğrusal, yazılı toplumlar kümülatif zaman anlayışına sahipmiş Philippe Descolo’ya göre, doğrusallık yazılı toplumların tamamına yayılınca Ted Chiang döngüsel alfabeyi yaratarak yeni kümülatifi belirledi, beynin gelişimiyle ilgili zannediyorum ve okunabilen herhangi bir şeyin zihindeki görselleştirme işleminden daha fazlasını yapıp yapamayacağını merak ediyorum. Başka duyuları da katalım, kara şekillerden anlamı kavrar kavramaz çayın tadını alabilir miyiz, alırız, biraz evrimle teknoloji yeter. O zamanın teknolojisi diyemesem de sihri okuma üzerinde etkili, Hanani ve Hoşaya nam iki Talmud bilgini haftada bir kez kutsal bir metnin üzerinde çalıştıklarında üç yaşında bir buzağı yaratır, akşam yemeklerini çıkarırlarmış. Harfleri doğru sıraya koymak sözü oluşturur, başlangıçta sadece söz varsa dünyanın sözle biçimlendirildiğine dair mitler de buzağıdan Golem’e yol olur. Dünyanın kendisi için nasıl biçimlendiğine değiniyor Manguel, jöleyi Enid Blyton’ın kitaplarından öğrenmiş, Miguel de Unamuno’dan kaptığı bir şeyler var, tabii her şeyi de kitaplardan öğrenmiyor. “Ancak yıllar sonra, sevdiğimin bedenine ilk kez dokunduğumda edebiyatın kimi zaman yaşananın gerisinde kalabildiğini anladım.” (s. 23) Yaşamın soluk yansıması olarak kurmaca. Woolf’un bir sözü var, her yıl Hamlet‘i tekrar okuyup tepkimizi kâğıda dökersek yaşamöykümüzü yazmış olurmuşuz, olur muyuz? Ulysses‘i belli zaman aralıklarıyla tekrar okumak sonsuzluktan parçalar seçmek gibi, seçilen hiçbir parça aynı olmaz. Sözcükler farklı çağrışır, okur bir öncekini okumaz, zaten kendisi de farklı bir parçadır artık, doğrusal kombinasyonlar edebiyatın bütün parçalarını çoğaltır, çeşitlendirir. Manguel ilk bölümde kendi okuma serüvenine değiniyor, bu doğrultuda. Don Quijote‘nin önemine diğer metinlerinde de değindiği için tek bir şey haricinde atlıyorum, her bir kopyanın eşsizliğinden bahsediyor. Arif Dino’nun Yaşar Kemal’e üç Don Quijote hediye etmesinin anlamı. Borges’in sesli okurluğunu yaparken edindiği tecrübeler de Manguel’in okuma seyrini belirlemiş, okuduğu şeyi hemen başka metinlerle kıyaslar hale gelmesini Borges’e borçlu olduğunu söylüyor arada. Ayrıksılığının farkında, okur hep marjinal, halkçı rejimler insandan unutmasını, totaliter rejimler itaat etmesini beklediği için düzeysiz, basmakalıp yapıtlar öne itiliyor. Sevgi Soysal’ın Şafak‘ı, Füruzan’ın Kırk Yedi’liler‘i hiçbir zaman ön planda olmayacak, benzerleriyle birlikte hatırlatılmalılar. Manguel totaliter rejimlerde okuma pratiğinin nasıl değiştiğini, okurların başına gelen facialara da yer veriyor ileriki bölümlerde, Eukleides ya da Galenos’un iddia ettiği gibi harfleri zihnin harfleri yakalaması veya Epikuros ve Aristoteles’in savunduğu gibi harflerin duyularımıza uzanması bahsinden fabrikalardaki okuma seanslarına, yakılan kütüphanelere ve kitaplara erişiyoruz.
Sırayla gidiyorum, “Sessiz Okurlar”. Batı’dan onuncu yüzyıldan önce içten okumanın daha eski bir kaydı yok, Aziz Augustinus’u gözleyen Ambrosius sayesinde öğreniyoruz bunu. Daha önceki örnekler silik, Antik Yunan’da karakterlerin içlerinden okudukları bir oyun var ama gerçek hayattaki pratikler daha çok sesli okumaya yönelik. Eski kütüphaneleri merak ediyor Manguel, nasıl okurlardı? Yunan ve Roma kütüphanelerinde gürültüden yakınıldığını gösteren bir kayıt yokmuş. Augustinus İtiraflar‘da her iki okumanın da neredeyse aynı anda gerçekleştiğini anlatıyor, sessizce okuduğu bir kitabı bırakıp ağlamaya başlaması da sesli okumaya dahil. Eline geçen her şeyi okuyor Augustinus, yüzyılları aşıp gelen hikâyeleri “dinlerken” Tanrı’nın sesini duyuyor. İşitsel sanrı psikolog Julian Jaynes’e göre “sembollere bakarak konuşmayı sanrılamak” demek, çiviyazısını okuyan ilk insan yeni dünyanın ilk kâşifi bu durumda. Augustinus’un ilahi sesi inancını peklemiştir herhalde, harflerin sözcüklerden ayrılmasından ve anlam karmaşalarının görece aşılmasından sonra semavi bir kanal vasıtasıyla doğrudan bağlantı kurduğunu düşünmüştür. Sessiz okuyarak öğrencilerini de etkilemiş olsa gerek, sessizliğin yayılmasıyla yazıcılar arasındaki iletişimi sağlamak için işaretler uydurulmuş, örneğin kütüphanede yeni bir kitaba ihtiyacı olan yazıcı eliyle sayfaları çevirir gibi yaparmış. Sesli okumanın ortadan kalkmasına bir sebep de Kilise, kutsal metinleri kimse anlamamalı, Papa’dan başka kimse yorumlamamalı. Karşıtlar tam tersini, Tanrı’nın sözlerini herkesin duymasını istiyorlar, ihtilaf. Petrarca Augustinus’un fikirlerinden yola çıkarak okurun okuduğu her kitabı yorumlaması gerektiğini düşünüyor, kitaplar gerekirse tekrar okunmalı ve mutlaka karşılaştırılmalı. “Metnin yetkesi varoluşu ile belirlenmişti ve okur izleyici konumundaydı. Birkaç yüzyıl sonra Petrarca’nın öznel ve yeniden yaratıcı, yorumlayıcı ve karşılaştırmacı okuma biçimi Avrupa genelinde yaygın bir öğrenme yöntemi olarak benimsenecekti.” (s. 84) Okumanın/eğitimin kurumsallaşması da aynı dönemlere denk geliyor, normlar belirlenene kadar seçkin ama meteliksiz öğrenciler fal bakmaktan hırsızlığa dek pek çok işe girişmişler, burs sistemi ortaya çıkınca bir kısmı rahatlamışsa da Paris’teki öğrencilerin %18’inin yoksul olduğu bilindiğine göre okumak isteyenler için zor zamanlarmış. Bu bölümde ailenin çocuklarını eğitime yönlendirme çabaları, eğitimin aşamaları, kız ve erkek çocukların eğitim seyirleri detaylarıyla anlatılıyor. Düşüncede skolastik yöntemlerden özgür sistemlere geçildiğinde öğrenciler daha bireysel, özgür okumalara başlamışlar, metinler üzerinde kendi otoritelerini kurarak çatırdayan sistemi kütürdetmişler.
Kafka’nın okuma uğraşının anlatıldığı bölüm hoş, geçiyorum, Küba’daki okuma hadisesine geliyorum. Küba, Kosta Rika, Guatemala gibi yerlerde tütün ve kahve üretimi 1800’lü yıllarda oldukça verimli, ABD’nin güçlenmesiyle birlikte ihracat da artınca işçi sınıfının önemi ortaya çıkıyor. Tam bu sırada Kübalı bir şair ve puro yapımcısı gazete çıkarıyor, amacı gazetenin adandığı toplumu her yönden eğitmek. Avrupalı yazarlardan yapılan çeviriler beğeniliyor, gazete biraz tutuyor ama okur-yazar oranı çok düşük. 1860’larda Küba’daki işçi sınıfının ancak %15’i okuyabiliyor, bu sebeple “halk okuyucusu” fikri kültürel yaşama güneş gibi doğuyor. Şair bir okul müdürüne giderek işyerlerinde gazete okunması konusunda yardım istiyor, müdür yardım elini şevkle uzatıyor ve 1866’da gazete dükkânlarda okunmaya başlıyor. Sadece gazete de değil, kitaplar okunuyor, tartışmalar düzenleniyor, anarşik faaliyetlerden korkan Küba valisi bir bildiri yayımlayarak işyerlerinde okumayı yasaklıyor. Okumalar gizli bir şekilde sürüyor, 1868’de çıkan savaşta sekteye uğrasa da ABD’nin İspanyollara karşı Kübalı isyancılara sağladığı yardımla çoğu Kübalı ABD’ye kaçıyor, okuyucularını da beraberlerinde götürüyorlar. Havana purosu ABD’de üretilmeye başlıyor, romanlar şakır şakır okunuyor. Şöyle ilginç bir şey var mesela: “Tercihler de vardı: Alexandre Dumas’nın Monte Kristo Kontu öyle sevilir oldu ki, işçilerden bir grup 1870 yılında Dumas ölmeden az önce ona yazdılar ve kahramanının adını bir puroya vermek için ondan izin istediler. Dumas izin verdi.” (s. 139) Okuma seanslarının şahitlerinden birinin anlattığına göre okuyuculardan rol yapması, okunan olayları canlandırması da beklenirmiş, belki de daha iyi bir canlandırma için işçilerin çoğu okumayı öğrenmiştir bu sırada. Upuzun şiirleri ezberden okuyabilen okurlar türemiş, el üstünde tutulmuşlar. Sesli okuma Ortaçağda da var ama kitaplar zenginlerin elinde olduğu için daha az, merhametli olanlar kitaplarının okunmasına izin verdiklerinde ortaya çıkan manzarayı düşünüyorum. Köye haber ulaşıyor, akşam okuma var. Herkes işini gücünü ayarlıyor, işlerini yanında getirebilenler getiriyorlar, vaziyet alıyorlar, okuyucuyu dinlemeye başlıyorlar. Ritüel gibi bir şey.
Kitapların zaman içinde aldıkları biçimlerden okur tiplerine kadar pek çok konu başlığı var, Manguel mevzuyu farklı açılardan ele almış, metnine bilgi yığmış. Okumaya düşkünler için hazine gibi bir metin bu, nereleri işaretlediğime bakarken kitabı bırakamadım bir türlü. Şiddetle, haykırarak tavsiye ederim, okuyun.
Cevap yaz