Üçünü beşini tutunca yazılmadık bir dünya konu kalacak geriye, kitabın hakkı için okumak şart ama gözlerimin hakkı ne olacak, gözlerim ne derse onu yapacağım için üçünü beşini tutunca bir dünya konu kalacak geriye, en iyisi kitabı okuyup Rasim’in deryasına bombalama atlamak. Refik Halid’in en önemli kaynaklarından biridir zannediyorum, Rasim sağdan soldan genişletiyor meseleleri, araya kendi yaşantılarını katıyor, matraklığı zaten, e daha? “Yaz!”da monolog çeviriyor, çağının yazarlarına kılıç çekiyor. “Anladın a, yaz da ne yazarsan yaz! Saçmasapan olsa da yine bir değeri vardır. Çünkü herkes saçmasapan söylemesini bilmez, çünkü saçmasapan söylemekte de bir düşünce ustalığı vardır!” (s. 11) İroni. Beş para etmez olduğunu söyleyenler azınlıkta, sen çoğunluktasın, kitlen var, yaz. Bağlantıların iyi, tutturmuşsun bir yerden, aynı nameyi çevir dur, çatlak ses çıkarsa çullanırsın sesi çıkarana, yüz kişi saldırdın mı tepelersin, bitti, ama ne. Tamam, fes hakkında malumat, ne kadarını sıkıştırırsam o kadar iyi, haliyle karmançor yazıyorum: Avusturya’dan gelen fesler meşhur da Bosna’yı ilhak ettikten sonra Avusturya mallarını boykota başlayınca nereden gelecek bu kafalara takke, memura şeref? Püskül çeşitlerine Refik Halid değiniyordu sanırım, Ahmet Rasim de dikiz, fesi öyle kalıplarsak, şöyle takarsak, püskülü öyle atarsak kişiliğimiz değişiyor, her bir şeklin ayrı anlamı var, “başı açık gezecek değiliz”, o zaman bir kimlik seçip hemen fese layık olmamız gerekecek. İyi ki kafaya bir şey oturtmak zorunda değiliz artık, tenime değen her şeyden nefret ettiğim için aksesuar kuksesuar hiçbir şey takmıyorum ben, o fesi yermişim. Malum, II. Mahmud zamanında geliyor bu tırto, memurların derecesini belirlemek, kafayı fazilete bürümek için Avrupa’dan çeşitli serpuşlar getirilmiş, feste karar kılınmış. Tunus’tan ustalar getirilmiş hususi, biri de püsküle gerek olmadığını söylememiş. Tamam, Meşrutiyet’ten sonra Bulgaristan gezisi: Bulgar köyleri bizimkilerden çok daha iyi durumda, Bulgarlar bağımsızlıklarını kazandıkları için çok mutlular, kahramanlarının heykellerini dikmişler. Zamanında aşağılanan yoğurtçu, sütçü falan neymiş, Bulgarların zenginliği düşman çatlatırmış ki Osmanlı’nın orta yerinden çat diye çatlamasını şiddetle istiyorlarmış. “Bir papazın teline dokunsan bütün Avrupa’da en tîz feryatlar koptuğu hâlde, birkaç sene evvel, birkaç Bulgar serserisi imamı dövmüşler de aldıran olmamış. Her yerde İslamlığı koruduğu iddiâsında bulunmuş olan müstebid hükûmet (II. Abdülhamid Hükûmeti) şu türlü tahkir edici muâmeleyi acaba nasıl hazm etti?” (s. 47) Valla rahiptir, papazdır, yakın zamanda neler hazmedildi malum, değişen bir şey yok. Tamam, Kel Hasan: Çocukken izlemiş onu Ahmet Rasim, Kızıltoprak’ta oturan bir tanıdığın evine ziyarete gitmişler, akşam yürüyüşe çıkmışlar, on sekiz yaşlarında bir genç perdeyi kurduğunu, akşam herkesi beklediğini söylemiş. Mahalle kahvesinde tuhaflık eden genç adam Karagöz de oynatırmış, oraların meşhuru. Yıllar geçmiş, Ahmet Rasim’in Darüşşafaka yılları. Sünnet törenleri, şenlikler, birinde bütün salonu gülmekten tekerleten komik gelmiş. A, Kel Hasan, birkaç yıl önceki genç! Kopmuş gitmiş sonra, muharririmiz zehri çocukken aldığı için diğer komiklerin peşine düşmüş, yakaladıklarını söyletmiş. “Tuhaflığın mektebi” olmayacağını söyleyen biri var, konservatuvardan bahsediyor. İlla ustaya gerek duyulmadığını söyleyen biri var, karşılaştığı tiplerin taklitleriyle ustalaşmış, zaten o devirde iki yoldan fazlası yok. Yerine göre tehlikeli de bir şey, Ramazan zamanı II. Abdülhamid’in çağırdığı bir komik paparayı yiyecekmiş az daha, oyunda geçen “yıldız” kelimesini dil çabukluğuyla değiştirivermiş de yırtmış, yoksa yüz dirhem yıldız şehriyesi aldığı için sürgüne gönderilen adam gibi paketlenecekmiş, yallah zindana. Orta Oyunu uzun uzun anlatılıyor, Kavuklu’nun ortaya çıkışından sahnenin niteliklerine pek çok bilgi. “Orta Oyuncular, câhil denecek kadar bilgisiz değildiyseler de, her biri zeki hovardalardan oldukları için, oyunda sarakaların çeşitlerini yaparlardı.” (s. 113) Sahnedeyken izleyicilere sarkmak, süper olay. Tamam, Cemal Paşa: Çöllere birlikte gitmişler, zafer haberini birlikte beklemişler, Cemal Paşa’nın gazabına da uğramış Ahmet Rasim, yine de suikast haberini üzüntüyle veriyor. Kudüs’te konakladıkları sırada aldıkları zafer haberleriyle coşmuşlar bir zaman, Mısır’a doğru yola çıktıkları sırada Osmanlı’nın zafer kazandığını İstanbul’a haber edip etmemeyi düşünmüş Ahmet Rasim, gazeteci sezgilerine güvenip caymış, sonradan ortaya çıkmış ki savaş kaybedilmiş. “Bunca asırlardan beri bize bağlı yaşamış olan Suriye ile Mısır’ın kendilerine bağışlanmış olsa bile, istiklâli kabûl edemeyeceklerine inanmakla, berâber, bir ön-sezi, bunların Osmanlı Birliği topluluğunda kalamayacaklarına inanmaklığımı zorluyordu.” (s. 151) Büyük hezimet, Ahmet Rasim şehirdeki Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Siyonistlerin yüzlerine bakamayacağını düşünür, küçümsemeler karşısında ses çıkaramayacağı için kahrolur. Tamam, kitapçılığın ilerleyememesi: İtalyanların Trablusgarp’a saldırmasıyla kitapçılık bitme noktasına gelmiş, Balkanlar da kaynamaya başlayınca kimsede okuyacak şevk kalmamış, şavk da kalmamış. Neymiş, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte piyasada birtakım destan parçalarından başka hiçbir şey kalmamış, o münevverler ortadan kaybolmuş, tam bir kültürel çöl çıkmış meydana. Babıâli’deki çoğu kitapçı kebapçıya, bakkala dönmüş çünkü fiyatlarla baş etmek mümkün değilmiş, o ne kâğıtmış öyle, hele mürekkep! Leh Basın Sergisi’ne de katılmış Ahmet Rasim, işgal altındaki Polonya’da bile farklı dillerde yüzlerce gazete çıkarken bizdeki yekûnun üçü beşi geçmemesi yüzünden çok üzülmüş, acayip geriymişiz, üstelik durumu bildiğimiz halde. “Biz bu âna kadar neler kaybetmişsek etrafımıza, münâsebet kurduklarımıza ehemmiyet vermeyerek dâima haklarında bir çeşit küçümseme ile bilgisizliğimize yol verdiğimizden kaybetmişizdir.” (s. 216) Hislerle, maneviyatla kurulan gazetelerin uzun ömürlü olmayacağı malumdur, batmamak için planlar, mantıklı kararlar lazımdır, e o zaman parayı hiç etmeye ne gerek vardır, kafayı çalıştırmak lazımdır. Tamam, şekil şemal: Cumhuriyet yeni üst baş da getirmiştir yanında, artık başka türlü giyinmek lazımdır, tekamül bunu gerektirmektedir. Ahmet Rasim şöyle iyi bir över Cumhuriyet’i, zamanında kaldırılan lakapların yerine gelen lakapların da kaldırılmasını alkışlar, ortalıkta havalı havalı gezen dayıları lanetler. Birkaç yazının konusu bu külhanbeyleri, kabadayılar, tereslerdir, tamam, bunlar paşa çocuğudur, en kötü ihtimalle sıkarlar ki hiç tanımadıkları bir kodamandan arka bulduklarını söyledikleri zaman karşılarında kim varsa çekinir, çekindikçe sopayı yer. Bazıları kıl tüydür bu kabadayıların, bıçağı takamazlarsa kaba etlerinde soğuk çeliği hissederler. Su testisi su yolunda kırılır çoğun, kırılmayanları muhtemelen padişahın adamlarıdır. II. Abdülhamid zamanında Fehim Paşa Çetesi’nin zulmü zirvededir, bunlar haraca kestiklerini oynatırlar, şehirde terör estirirler, önünü kimse alamaz. Padişah yallahlandıktan sonra liderleri sürgün edilecek, tayfa dağılacaktır, şükür. “Abdülhamid hükûmetinin semt semt icra memurları durumunda idiler. Dövülmesi, vurulması, öldürülmesi istenen kimselere bunlardan münasip olanlar musallât edilirdi.” (s. 383) İlginç, Refik Halid hiçbir idamlığın idam edilmediğini, küreğe sürüldüğünü söyler o devirde, padişah acaba ölüm işlerini bu tayfaya mı ihale etmiştir? Baba Tâhir pek öyle sevilesi biri değildir, jurnalciliği meşhurdur da muhtemelen dönekliğe gönül indirmediği zamanlarda bu çeteden sağlam bir dayak yemiş, halini soran Ahmet Rasim’e öldürülmediği için şükrettiğini söylemiştir. Tamam, köprüler: İstanbul’un çoğu köprüsü yer alıyor bu yazıda, yapılışlarından köprü ahalisine neler yok! Yanıp sürüklenenler, üzerinde karşılaşan serseri gruplarının kavgaları, geçiş ücretleri ve para vermeyenlerin hacamat edilmesi, ayrı dünya. Saymakla bitmez, Ahmet Rasim geçtiğimiz yüzyılın başıyla doldurmuş yazılarını. Mis.
Cevap yaz