Ahmet Karcılılar – Fotoğraf Hikâyeleri

Kurgusu olay bir anlatı bu, hikâyelerin öyküye dönüştüğünü söylemek zor. Parçalı roman diyebiliriz, anlatı da olur, başka bir şey olmaz. Postmodern teknikler bildik, belki buradan parlayamıyor ama uygulama çok başarılı. Hikâyelerin bir araya gelme biçimi, bölüm başlarında fotoğrafa dair teknik bilgilerin anlatılan hikâyeyle uyumu, sekiz fotoğrafın tek bir fotoğrafa varması ve metnin başladığı gibi bitmesi, aynı paragrafın tekrarlanması iyi. Epigrafa bakmalı, Paul Rosenfeld fotoğraf makinesinden başka hiçbir aracın öylesine karmaşık ve kısa ömürlü tepkileri saptama ve ânın tüm görkemini anlatma yeteneği olmadığını söylüyor. Aynı biçimle kurulan hikâyelerin anlattığı bu, fotoğrafın tasviri bir anda olay örgülerine bağlanıyor, sonra olay örgüleri başka bölümlerdeki olaylarla iç içe geçiyor, kat kat çıkılan yapının işçiliği ince. Bir alıntı da Kafka’dan, fotoğraf insanın gözünü yüzeysel olana yoğunlaştırdığı için nesnelerin arasından bir ışık ve gölge oyunu gibi parlayan gizli yaşamı görmeyi engelliyor. En keskin mercekle bile yakalanamayan yaşam parçalarını bulmak için hissetmek, yoklamak gerekli. Meydan okumaya da benziyor bu, Karcılılar yüzeyin sadece kâğıttan oluşmadığını göstermek istercesine sadece nesnelerin arasını değil, nesneleri de hikâyelerine katıyor, fotoğrafta yer almayan insanları buluyor derinlerde. “Davetiye” adlı ilk bölüm diğer bölümlerin ortaya çıktığı mekanın anlatımı, yazarın masasındaki eşyalara bakmadan önce sonda da karşılaşacağımız paragraf: “İlk bakışta siyah beyaz gibi görünüyor. Dikkat edilirse masanın üstündeki açık ansiklopedi cildinin altında kaldığından ancak kenarı görülebilen sigara paketinin kırmızısından renkli olduğu kolayca anlaşılabilir.” (s. 11) Mevzubahis fotoğrafta masa lambası var, tek ışık kaynağı. Dan Clanchore -“deklanşör”, matrak oyunlardan biri- bütün iyi fotoğrafların tek bir ışık kaynağı olduğunu söylemiş ve bu bilgi dipnot olarak düşülmüş, bu dipnotlara her bölümün başında rastlayacağız. Müzik seti var, mouse altlığı, üç ayaklı bir kum saati, bilgisayarın kamerası fotoğrafı çeken makinenin objektifine baktığına göre sondaki paragraf belki de bu fotoğrafla temellenen hikâyelerin bilgisayar kamerasına varmasıdır, eğer açıları hiç değişmemişse kamera da fotoğraf makinesinin gördüğünü görür, haliyle sondaki ve baştaki paragrafın aynılığı bir bakışım olayıdır, şahanedir, muazzam fikirdir. Neyse, klavye kenara itilmiş, bir sürü fotoğraf saçılmış masaya. Birkaç kitap, birkaç CD kapağı, klasik müzik. Sarmal telle tutturulmuş defterin üzerinde karışık bir el yazısıyla yazılmış metin parçası bölümlerden birinde karşımıza çıkacak, yazım aşamasının sürdüğünü görüyoruz. Defterin yanında Doğu Anadolu Bölgesi’nin göründüğü katlanmış bir yol haritası, bölgedeki tepelerin adları, hikâyelerdeki teknik detaylara dair notlar: Cudi Dağı’ndaki Asur yazıtları araştırılacak, hikâyelerdeki bütün kadınların adı Eleanora olacak, tarihî belgelerdeki kusur olasılıklarına dikkat edilecek, böyle şeyler. Koltuk bulanık görünüyor, arkasında Mobius şeridi var, sarmal yapının bir imi. Adam da gözüküyor bir yerde, sıradan birine benziyor ama aklından geçenleri okuduktan sonra öyle alelade bir uğraşa gönül indirmediğini anlıyoruz. “Hikâyeyi ancak, her büyütmede zenginleşen listedeki sözcüklerle yazabileceğine inanıyor. Bu sözcüklerle fotoğraftaki kokuyu, müziği, havanın sıcaklığını, mekânın görünmeyen tarafını, durağan görünen hareketlerin yönünü, adı okunamayan kapalı bir kitabın içindekileri, kişilerle eşyaların ilişkilerini tanımlayabileceğini düşünüyor.” (s. 15) Fotoğraf içinde fotoğraf, adamın edindiği program fotoğrafların çözünürlüğü ne olursa olsun büyütme işleminde görüntünün kalitesini koruyor. Radyoda çalan şarkı “Eleanora”nın nereden geldiğini duyuruyor okura, aslında hikâyelerde yer alacak her ögeyi bu ilk bölümde bulabiliyoruz, dikkatli gözler kaçırırsa da geri dönüp ilk bölümü tekrar okuyabilir.

Bu adamın hikâyesiyle başlıyoruz, yolunu Cudi’ye düşüren rastlantıya dek hayatına giren Oulipo ve caz seven kadını bıraktığını, ailesinin bir kazada öldüğünü görüyoruz, sonrası dağın kalbi. Aniden evlenmeye karar vermesi ve gittiği yerde yapılan araştırmalarla alakalı diğer araştırmalara dair verilen detaylar bozuyor ritmi, bunların dışında hikâye sağlam. Adamın gittiği tabur bir kazı alanını koruyor, yabancı bilim insanları kazıp dururken Henry Rawlinson çıkıyor ortaya, kazıyla ilgilenen bilgin Türkiye’de yıllarca yaşamış, çeşitli şirketlerde çalışmış ve nihayetinde eğitimiyle ilgili bir mesele çıkınca kendini Cudi’de bulmuş. CV’sinden direkt ajan olduğu anlaşılabilir, örgütü tahmin etmek gerekirse CIA diye yapıştırırız, bunun hikâyesi sonra. Rawlinson bizim adama dokuz hikâye anlattıktan sonra intihar etmese daha fazlasını anlatamayacaktı muhtemelen, ifşa olduğu için öldürüldüğü düşünülebilir, bu olayın ardındaki sırı da ilerleyen bölümlerde görüyoruz. Aslında karakterlere dair her ayrıntıyı akılda tutmalı, farklı kimliklerle ortaya çıkan insanların başka isimlerle anlatıdan geçtiğini kaçırmamak için varsa fiziksel özelliklerine kadar bellemek gerek. Hikâyelerin hikâyesi komplo teorilerine kadar varan, spekülatif kurguyu sevenlerin bayılacağı bir olaylar zincirinden oluşuyor. Rawlinson’ın bulmaya çalıştığı koyu mor madde koca bir duvar halinde bulunduğu zaman hemen kapatılıyor, o an çıkarılmayacaksa korunmalı. O maddenin lüzumuna dair hikâye var, bilimkurguya yanlıyor, bilimkurguya dahi yanlıyor bu anlatı, hatta Alien ve Predator serilerinin esinlerini görebiliriz. Söylentiye göre Dünya’da kadim bir uygarlık yaşıyormuş zamanında, ayak işlerini yapmaları için insanları yaratmışlar ve hızla çoğalan yaratılarıyla baş edemeyeceklerini anlayınca çoğu gitmiş, bazıları mor duvarın yer aldığı derin mağaralarda gizlenmiş. Son buzul çağının bittiği sıralarda inşa edilen yapılar, yapıların kalıntıları kimsenin bilmediği bir hikâyeyi anlatıyormuş bu bağlamda, uzaklardaki gezegenlerden gelen zeki yaşam formlarının dünyaya varmasına onlarca yıl varsa da insanlık önlemini hemen almalıymış, o mor madde sayesinde çok sert ve hafif alaşımlar yapılabilecekmiş, böyle bir dünya uzaylı fezalı efsane. Müthiş kurulmuş bu, ayrıca bu maddeyi rahatça elde edebilmek için PKK’nın kurdurulması ve Kürdistan için mücadele edilmesi de bir başka ilginç hikâyecik. Mantık aramadan okununca müthiş keyifli, tam bir alternatif tarih şahanesi. Aslında bütün dünya bir olmuş da bu uzaylı tehlikesine karşı birlikte harekete geçmeye karar vermiş, SSCB ve ABD iki kutbu oluşturur gibi yapıp insanları korkutmadan, gerçeği de anlatmadan yıllar boyunca hazırlanmışlar, istilaya karşı son önlemi o maddeyi çıkararak alacaklarmış. Evet, tarafından. Barzani’nin bir zamanlar canını zor kurtarması, Türkiye’nin NATO’ya girmesi, Soğuk Savaş falan, her şey bu olaylara bağlanıyor, iyi de bağlanıyor, çok başarılı bir kurgu açıkçası. Bizim adam hikâyenin sonunu göremiyor, görseydi belki çok daha fazlasını yazabilecekti. Birliği saldırıya uğrayınca birkaç kurşunu arkadaşlarıyla paylaşıyor, GATA’ya kaldırıldıktan sonra ne yaşadığını düşünüyor, gördüğü ve Rawlinson’dan dinlediği her şeyi yazmak zorunda hissediyor kendini. Elimizdeki metini bu gizemli adama borçluyuz. Yaşa be gizemli adam.

Uğur Mumcu’nun anlatıda yer alması hassas kalpleri üzecek, üzdü. Birçok ünlü insanla karşılaşıyoruz, bazılarının isimleri doğrudan verilmiyor da hikâye tanıdık gelince çıkarıyoruz. Mumcu’nun PKK’yla ilgili araştırmalarının bulguları arasına sokuluyor bu mor madde, Mumcu o yüzden öldürülmüş meğer, böyle şeyler. Ben başka bir bölümle bitirmek isterim, denizi izleyen adamla. Kitaplarının sırtlarını görürüz ve adları okuruz, adam iyi okur. Gözleri çakır, tartışmaya hazır, Lozan’da kazanılanların üç günde kaybedilmesinin hesabını soruyor. İsmet’in verdiği cevaptan memnun değil, Musul’u kaybeden paşadan da memnun değil, Mehmed Said’in beş bin kişiyle Diyarbekir’e girdiğini duyunca orduya dön emri veren paşaya esip gürlüyor. Silahını çekiyor üstüne, Fevzi’nin bir yanının hiyanet-i vataniyye, diğer yanının vatanperverlik olduğunu söylüyor, tetiği çekse ne olacağını sorunca paşa adamın ayaklarının dibine düşeceğini söylüyor, yapacak bir şey yok. Heyecanla okudum bu bölümü açıkçası, söylemek istedim.

Kurgu harikası bir metin bu, şiddetle tavsiye ederim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!