Fransızca yazılmıştır, Samih Rifat tarafından Türkçeye çevrilmiştir, Dino yazdığı gibi çizip resimlemiştir, haddizatında bu nasıl iştir? Bir deli anlatı. Trenler gelip gidiyor, Simplon Orion Express’in Marmara kıyılarını ve Bizans surlarının karaltısını dolanmasıyla başlıyor, seyahat eden çok mühim bir şahıs İstanbul’da suçluyu veya suçluları aramak için memleketimize gelmiş. Anlatıcı üzgün ve şaşkın, cinayet otelde kendisine ayrılan dairede işlenmiş, olan olmuş. “Üst katlardan gelen ince bir kan sızıntısı, otelin büyük merdiveninin beyaz mermerleri üstünde kıpkırmızı, basamaktan basamağa bir yılan gibi kayıyor, hızla büyük hole, sonra da çıkışa yöneliyor, döner kapının turnikesini kolayca aşıyor, tramvayların, arabaların, fes ya da şapka giymiş yayaların arasından süzülüyor, Bankalar Caddesi’ni art arda dönemeçlerle inip sonuçta Galata Köprüsü’ne ve her zamankinden daha çalkantılı denize ulaşıyor.” (s. 7) Denizde kızıl yangın, itfaiyeciler hiçbir şey yapamıyor, şehirde bir cinayet işlenmiş ve bir tren çufçuf, bir deniz şarşur, köpekler havhav. Kısa bölümlerin sonlarındaki köpeklerin tamamını anlatmak isterim ki bu güzel hayvanlar, şehrimizin cana yakın mahlukları ne ederler göreyim, kentin sarıboz köpekleri deli gibi havlıyorlar, Galata’nın köpekleri çok güzel, Çiçek Pasajı’nın ve Divan şiirinin o karmaşık vezniyle, aruzla havlarlar, Petit-Champs’ın köpekleri bir dakikalık saygı duruşunda bulunurlar çünkü çok mühim şahıs olay yerindedir artık, gizli servisin adamlarından biri 13 Ekim 1915’te Galata Kulesi’nin civarında görülmüştür, katil o mudur? İki sivil polisin peşindeki köpek ordusu sokakları dolanır, taş kesilmiş köpekler vapurdan inenleri kıç üstü oturarak izlerler, havlamazlar bu kez, katili delik deşik kaldırımlarda uyuyan köpeklere basmadan ararlar, insanlar uluduğunda köpekler susar, köpekler uluduğunda insanlar kulaklarını tıkar, köpekler uyanırlar, zamanı belirtirler, insanları gösterirler, havayı koklarlar, havı boğazlarından salarlar, bir zaman hemen hepsi toplanıp denizin az ilerisindeki adalardan en küçüğüne atılmıştır, açlıktan birbirlerini yemişlerdir, İstanbul onlar için gözyaşı dökmüştür. Bir akıllı adaya çıkıp kayalardan birinin üzerine köpeklerin anısına saygı duyduğunu yazmıştır, tabii bunların hikâyeyle ne ilgisi vardır? Hikâye Pera Palas’ın civarındaki yaşamı bütün renkleriyle aktarmaya çalışmaktadır, aynı şeyi Ahmet Sipahioğlu adlı pek bilinmeyen, muazzam iki metnin yazarı tarafından daha bir cümbüşle anlatılmıştır, grafikler ve resimler en az harfler kadar önemli bir yer tutar onun metinlerinde, şimdi düşününce Sipahioğlu’nun Dino’dan esinlendiğini söylemek doğru veya yanlış olmaz çünkü olmaz, bilmiyoruz, aşar yorum muhakemeye kötü muamele, en iyisi ikisinin de metinlerini okumak ve kıyaslamak isteyene mani olmamak, mesela, “Bak, kıyas için okuma bunları, keyif için oku,” dememek, akademik ve analitik kafaları kendi haline bırakmak, köpekler de düş görürler ama neyi gördükleri, serinlemek için denize girmeleri ve Kız Kulesi’nin kayalarına çıkmaları, daha talihsiz olanlarının akıntıyla adalara doğru sürüklenmeleri ve yarı yolda boğulmaları, köpeklerin karşılarındaki insanların ciğerlerini bilmeleri ve bunu burunlarıyla başarmaları, ayrıca saygı göstermeleri ki ünlü bir artistin dediği gibi köpeklere saygı göstermenin adam olmaya çeyrek kaldığını göstermesi, köpeklerin de olay yerinin fotoğrafının çekilmesinden etkilenip poz vermeleri, Beşiktaş köpeklerinin Saray bahçesine yaklaşmalarının yasaklanması ki bunun duyurusu çığırtkanlarca yapılmıştır, köpeklerin dikkati gümbede davullarla, zort zurnalarla çekilmiştir, belki o sırada katil curcunayı işitip tabanları yağlamıştır, belki cızlamı çekmiştir, o sırada köpeklerin yokluğunu fark edenler sağa sola bakarak kayboluşun izlerini aramışlardır ve en küçük adadan gelen uğlamaları duyduklarında olup biteni anlamışlardır, Pera Palas Balosu’nun olduğu gece bir yanda otel ve şehir cayır cayır, ışıklar içinde yaşarken karanlıkta birileri, bir şeyler can çekişmektedir, Dino bunlara şöyle bir değinip geçer. Dino çoğu şeyi ucundan tutarak metnin orta yerine koyar ve hemen alıp bir başkasına yer açar, bir başkası hiçbir zaman çok uzun süre durmaz, nesnelerin ve olayların dahi insanların resmi geçididir bu anlatı.
Biraz düzen için bir paragraf. Katili bir sürü tanık görmüş, adam inanılmaz bir hızla, yere değmeden uçuyor, her şeyin üzerinden geçip Belgrad Ormanı yönünde kayboluyor. Olayı Türkçe, Rum, Fransız, Ermeni, Rus ve Yahudi basını duyurmuş ama anlatıcıya göre çocukça uydurmalarla dolu bir metnin yine çocukça uydurması bu. Tek Bacaklı Leylek Tekkesi’nde içilen nefis esrarların hatırasıyla kaleme alınmış gibi duruyor, sonuçta millet ne sigaralar içiyor! Bunu gördük ve ardından Vera’yla tanıştık, Odessa’dan, İstanbul’u ilk ve son kez görmek üzere geliyor, artık Galatalı. Pra Palas’ta kalacağı ve olaylar Pera Palas’ta geçeceği için diğer otellerle bu oteli aynı cümlede geçirmek gerekiyor. “Peki neden Agatha Christie hep Pera Palas’ta kalmayı yeğlemiştir, o eşsiz Hercule Poirot her zaman Tokatlıyan Oteli’ni seçerken?” (s. 13) Trendeki mühim şahıs Poirot’dur, eski dostu ve meslektaşı Komiser Hamdi Bey’e, Baba Hamdi’ye yardım etmek için olay yerine intikal edip soruşturmaya başlamıştır, sorar. Meyhaneler gezilir, pasajlarda keyfe dalınır, Çiçek Pasajı’nın Osmanlı’nın en civcivli, renkli yeri olduğundan bahsedilir. Madam Despina ve Raşel de bir görünüp bir kaybolacaktır, biri diğerinin sermayesi olabilir, diğeri birinin mamasıdır belki, Raşel Pera Palas’a giderken Virginia’yla karşılaşır ve kadınların sayısı dörde çıkar, içlerinden biri öldürülmüş müdür, maktul müdür, bunların kimliği? Poirot katilin otele girebileceği yerleri araştırırken gözüne asansör boşluğu takılır, Kürt işçilere duvarları yıktırır ama bir şey çıkaramaz, laf olmasın diye Kürt işçileri şehirden atarlar sonra. Edep! Agatha Christie yine yanlış bir ipucu yakaladığını anlayınca gemiye atlayıp İskenderiye’ye doğru yola çıkmıştır, sanki bütün İstanbullar, bütün kadınlar ve erkekler tek bir kişidir, gizemi çözmeye çalışırlar ama başarılı olamadıkları için sürekli hareket halindedirler, birbirlerinin yerine geçmeseler de ansızın ortaya çıkıp esas anlatılan kişinin yerini alıverirler. Poirot iz bulamamaya devam eder, şehrin her yerinden aldığı kan örneklerinin Terkos suyunu şehre getiren borulardaki pas oranıyla bağlantısını kurar, bu da yanlış bir ipucu. Daha rahat düşünebilmek için Baba Hamdi’nin Kataklum’a gittiğini görürüz, meyhane veya esrarhane, kafalar dumanlanacak. Pera’daki mekânları sıralayacak Dino, anlatının neresinde ortaya çıkıp neresinde kaybolduğunu kestirebileceğiz böylece, eski İstanbul’un binalarını ve mekânlarını öğreneceğiz, en azından ismen. Kimin nerede olduğunu bilen Baba Hamdi’ye göre Mösyö Joseph Nikitis, Mösyö Baudoy, Paskal Kazancıyan Efendi, Abdülhak Hamit Bey bahsi geçen mekânda sırra varmakta, içe içe şişmektedirler. Suçlunun itirafının alındığı kısımda İstanbul’daki depremlerden bahsedilirse şaşırmamak lazım gelir, sonuçta Saray da depremden korktuğu kadar katilden de korkmaktadır çünkü iş efsanelere varır yavaş yavaş, halk arasında yılgınlık baş gösterince Sultan bir günah keçisi seçilmesini ister. Keçiyi bir güzel besleyip asarlar herhalde, malumat yok. Pera Palas’ın intihara çağrısını işiten konuklarından bu metinde geçenlerin ne yaptıklarını söylemek en hafif tabirle densizlik olur, o yüzden aynı çağrıların Pekin’de ve Lizbon’da da işitildiğini söyleyerek bitireceğim, Uluslararası Yataklı Vagonlar Şirketi tarafından yaptırılan bu üç otelden birini Pessoa’nın sevdiğini söylüyor anlatıcı, bir diğerinde malum mevzular dönüp duruyor, Agatha Christie polisiyesi okumuyoruz da şehrin cinayetle imtihanına tanık oluyoruz. Ve gerçekten bu yazının o metne yetişmeye çalışma gibi bir hadsizliği yok, sadece yeniden canlandırmanın aciz bir örneği, en iyisi Dino’nun dünyasına bodoslamadank!
Cevap yaz