Hilmi Yavuz – Budalalığın Keşfi

Yavuz’un deneme derslerinden tam notla geçmek için neyin neye bağlandığını görmek yeter ki hocanın mahareti işimizi çok kolaylaştırır. Öğrencisi olmak isterdim, mesela Tanpınar’ın On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi‘ni ezberlemek yerine -ezberim iyiydi, Sema Uğurcan’ın dersinden iyi bir notla geçmiştim ama her ezberlenen şeyin başına geldiği gibi onca bilgi uçup gitti bir bağlama, anlam alanına oturtulmayınca- Eco’nun “aşırı yorum”unu öğrenip Tanpınar’ın Âkif Paşa’da bir sözcük üzerinden dinî değil de bireysel ifade aramasının aşırı yoruma kaçtığını, sonra o metinlerin o yüzyıldaki çalkantılarla nasıl biçimlendiğini görürdüm, kısacası ayakları yere sağlam basan, yüz iki yerden basan bir edebiyat tarihi yorumunu Yavuz’dan dinlemek ayrıcalık olurdu. İlk derse bakalım, “Budalalığın Keşfi”, Edward Said’in Şarkiyatçılık‘ta incelediği yarı aydın tipine örnek olarak Flaubert’in iki karakteri Bouvard ve Pécuchet öne çıkıyor, bunlar Aydınlanma’nın bilgi konseptini ve “Ansiklopedi” düşüncesini eleştirmek için sezgi pompaları aslında, eleştirellikten uzak biçimde bir metinden diğerine bilgi aktarmakla yetiniyorlar. Kundera da bu iki karakteri öne çıkararak budalalığı Flaubert’in keşfettiğini anlatıyor Roman Sanatı‘nda, Emma Bovary’nin son anlarında yanında olan iki salağın budalalıklarıyla kendi şapşikliği birleşince zavallılıktan başka bir şey kalmıyor ortada. Budalalıkların keşfi Kundera’ya göre Freud’un ve Marx’ın bulgularından çok daha büyük, akıllı ve uyanık görünmek isteyenlerin basmakalıp formüllere başvurarak budalalığı yaymaları önemli bir sosyal olgu. Dennett bunu “halk psikolojisi” adıyla biçimliyor, formal bir eğitim almadan çevreden edindiğimiz genel bilgiler her zaman kötüye, başarısızlığa yorulacak değil ama denemenin bağlamında her duruma uydurulan yanlış kanıların sebep olduğu bir ziyan türü var ezberden doğan. “Bayağı, yerleşik, harcıâlem düşünceler veya şık sıradanlık! Flaubert’in kavurucu bir öngörüyle ortaya koyduğu gibi, budalalık, önceden verilmiş, çiğnene çiğnene sakız olmuş, alelâde sloganlarla Dünya’yı, Toplum’u ve İnsan’ları anlamaya çalışma çabasıdır…” (s. 13) Budalalardan sonra somurtuklar, gamlı baykuşlar geliyor, Kundera yine kaynak. Rabelais’nin türettiği birçok kelimeden biri Agélaste: mizahi yanı olmayan, gülmeyen, acımasız, aslında sosyal medyada “linç olsa da etsek” diye bekleyen tayfayı da ucundan tarif ediyor zira Rabelais bunlardan ötürü az daha kalemini bırakacakmış. Avrupa’nın entelektüel tarihiyle bütünleşmesinin mümkün olmadığını söylüyor Kundera, Yavuz’sa buradan gülmeyi bilmeyenin Avrupalı olamayacağı fikrine varıyor. Somurtuk insanların “gerçek birer mankafa” olduklarını düşünüyor Yavuz, Franz Rosenthal’in Erken İslamda Mizah metninden yola çıkarak İslam’da gülmenin günah olduğunu düşünen mutasavvıfların “tuhaf ve cahilâne” medrese anlayışı yüzünden dinin aşırı ciddiyetinden rahatsız olduğunu belirtiyor ki Rosenthal’e göre Muhammed çok neşeliymiş, etrafındakiler esprilerine ve şaka oyunlarına büyük bir aşk duymuşlar. Alıntıları sıralıyor Yavuz, Bakhtin’e göre Ortaçağ’da gülmenin özgürlükle bağı derin, Koestler’sa etimolojik bir yaklaşımla Almancada “gülmek”le “zekâ”nın aynı kökten geldiğini göstermiş, yani mizahın gülmekten ziyade gülerek düşünmeyle ilişkisi bariz. Diğer bir karakter “Soytarılar”da inceleniyor, farklı isimlerle anılsa da genel olarak “soytarı”nın işi çok güç zira aşırıya kaçtığında kafasından olur, diğer yandan bilgelerle yakın bağı vardır ve kendini dinletecek sözlerin yanında tavırlarını da bir tür iletişim biçimi olarak öne çıkarmak zorundadır, halkın sesini yansıtsa tadından yenmez, bütün bunların toplamı uçuk kaçıklığın ayarlanması gerektiğine varıyor. Shakespeare’in “fool”unun bir benzeri Doğu Hıristiyanlığının Erken İslam dönemindeki nüfuzunun sonucunda “Âkil el-Mecânin” olarak ortaya çıkıyor Clifford Edmund Bosworth’e göre, bu tipin en bilineni Buhlul’un dengini Batı’nın metinlerinde görmek mümkün. Mina Urgan’ın ayrımına göre “jester” zekâ ve zarafet sunarken “buffoon” -Rosenthal, İslam kültüründeki “battal”ın İngilizce karşılığı olarak “buffoon”u gösteriyor- el şakaları ve şaklabanlıklarıyla biliniyor, Yavuz’a göreyse saray soytarılarının Osmanlı’daki karşılığı İncili Çavuş. Görüldüğü üzere kültürlerarası geçişlerde tiplemeler farklı özellikler kazansa da zamansallığa göre ortaklıklar da çok, bir kere Ortaçağ soytarısı iktidardan beslense de korkularını yenerek kodamanların gerçek yüzünü ortaya koyuyor, övgüye ve iltifata direniyor.

Belli bir konuyu orasından burasından aydınlatan denemelerin yanında müstakiller var, “Nükte Züğürdü Olduk!” iyi bir örnek. Yavuz zarif ve düşündürücü şakaların piyasadan kaybolmasından şikayetçi, Türk insanının mizahi yanını kaybettiğini düşünüyor. Mizah dergilerinin tiraji yüksek ama nicelikteki gelişme niteliğe yansımıyor, entelektüel mizahtan ödün verdikleri için bu dergiler popüler olsa da derinlikli bir gülmece sunmuyorlar. Kayahan’la yapılan bir söyleşi öne çıkıyor bu denemede, çok satmayı başarı saymanın ahmaklık olduğunu söyleyen sanatçının bir röportajında nasıl çalıştığını, şarkılarını nasıl yazdığını, işini sağlam bir disiplinle nasıl sürdürdüğünü dinlemiştim, takdir edilesi. Şarkılarını sevmem ama işini ciddiye almasını severim Kayahan’ın, örnektir, bunun yanında Yavuz’un aradığı niteliğin de çoktan tarihe karıştığını söylemeli. Mizah dergilerinin “müptezelliği” neyde, kimde yok mesela, Metin Eloğlu’nun, Can Yücel’in, Orhan Veli’nin şiirinde, Osmanlı şairlerinin hicivlerinde, “irsal-i mesel” sıkanlarda kısacası. Sıkıştır, didaktizmin ağır bastığı o şakalar espriler aşırı sıkıcıdır, Yiğit Özgür’ün şu tür karikatürlerindeki ilk karede söylenendir ki Yavuz’un gömdüğü ikinci kareler çok daha komik, derindir. Sabitliği arar Yavuz, anlıyorum ama belki de en hızlı değişen şey mizah anlayışıdır, her şeyin bu kadar hızlandığı bir zamanda özellikle. Normal yani, Yavuz’un çıkışı da normal. “Şimdilerde, edebiyatçılar arasında, bu türden şık atışmalar, şakalaşmaların yapıldığına, nedense, tanık olmuyoruz. Olmuyoruz, çünkü aptalca ciddiyet ile bayağı sululuk arasına sıkışıp kalmışız bir kere…” (s. 23) Kimsenin kimseyle atışma isteği yok, meğerki sağlam bir eleştiri çıkmış olsun piyasaya da sövülmüşçesine saldırsın yazarlar, onda da ayar mayar bilmeden dangıl dungul konuşsunlar. Mizah değil de zekâ kalmadı diyorum, olan da deli muamelesi görüyor çünkü bir kaşık suda fırtına koparmanın ne âlemi var, herkes mutlu mesut yazıp şakşağını alıyor, yetmez mi ya.

“Aşk” için iki deneme var, ilki aşkın varlığıyla ilgili. Aşk romanları olmasa aşkın ne olduğunu bilir miydik, eh, aşkın temsilleriyle sürekli karşılaştığımız malum da okur yazar olmak mı gerekir âşık olmak için, çocukluktaki o pırpırları ne yapalım, ergenlikteki o coşkuyu, mekâna güneş açmasını ne yapalım mesela, bunlar için hiçbir şeye ihtiyaç yoktur. Liseye yeni başlamışım, hazırlıktayım, sınıfa girer girmez dank diye bir âşık oldum, dünyam şaştı. Aşk romanları yetmez yani öyle âşık olmaya. Aşk sözle sınırlandırılamaz, ne olduğu açık açık anlatılamaz, tıpkı şiiri tanımlamaktaki çaresizlik çıkar ortaya. Değilleye değilleye, eksilte eksilte bir tanıma ulaşılır ama kuş kadar bir şey kalmıştır elde, aşk o kuş değildir, diğer kuşlarla birlikte o kuştur ama dünyanın bütün kuşları gelse aşk etmez. Roland Barthes çözümsüz bir bilmece olarak görmüş bunu, Goethe’nin meşhur Werther’i acıdan başka bir şey sunmamış, metinler hep objeler üzerinden yürümüş veya duygulanımı çeşitlendirmiş anca, ötesini anlamak için ötesine varmak gerek. Barthes’a göre âşık olunanın âşık olduğuna da benzer bir coşkuyla yaklaşmak bu yüzden, hüzün verir ama o merakı taşımadan duramayız, ne mene biridir de âşık olduğumuzu etkilemeyi başarmıştır, öğrenmek isteriz. Aşk şiiri yazmayan şair de yoktur, Yavuz aşkın her şeyle ilgili olduğuna kani olur ve okuru da ikna eder. Doğrudan aşk değilse de mevzu, bir şekilde aşktır. Aşkınlıktır, coşkudur yani.

Yavuz’un üslubunu, rahlesini severim ben, çok şey öğrenirim. Tavsiye ederim denemelerini.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!