“Weird fiction” H. P. Lovecraft’in öncülüğünde yükseliyor, muhtemelen Weird Tales kaynaklı bir isimlendirme. Bu garipliğin sadece içerikle sınırlı olduğunu belirtmek lazım, Lovecraft ve şürekasının anlatım biçimlerine getirdiği bir yenilik yok zira. Tahkiye aşamasında doğaüstünün -Yüce Eskiler’i de doğaya katarsak insanın henüz bilmediği, bilmediği için de dehşetten dehşete koştuğu holistik bir doğadan da bahsedebiliriz- tuhaf ve korkunç tasvirlerinin ağırlığı o dönem için büyük yenilik, yaratılan kozmos keza yine büyük yenilik, bunun dışında Maupassant’ın “Horla”sı bir yerden mitosa yedirilebilir örneğin, mevzunun öncelleri halihazırda mevcut. Lovecraft bu mevzuları Edebiyatta Doğaüstü Korku adlı metninde anlatıyor, esin kaynaklarını görebiliriz. Bu kozmos fikrinin getirdiği yenilik büyük ölçüde anlatı atmosferine dayanıyor. Benzerleri daha önce yaratılmış olsa da koca evrende bilmediğimiz kozmik varlıklar arasında olduğumuz fikrinin adım adım oluşması, bu kozmik varlıkların farkına yavaş yavaş vararak bilincimizin yeniliğe uyum sağlayamayarak boşluğa düşmesi gibi olaylar bildiğimizin ötesinde bir dünya tasviri sunuyor. Sokaklar bildiğimiz sokaklar değil artık, makro ölçüde değişiklikler yaşandıktan sonra bir mekân olarak zihin de etkileniyor bu değişimden, bilişsel sokaklar kaybolmaya başlıyor. “Erich Zann’ın Müziği”nde Auteil Sokağı sanırım, tamamen kayboluyor ortadan, haritalarda bile görülmüyor, oysa anlatıcı o sokaktaki bir binanın en üst katında yaşayan Erich Zann’ın müziğini dinlediğini çok iyi hatırlıyor. Kakofoninin ortasında pencereden dışarı baktığında kapkara bir boşluk görür görmez dışarı kaçıyordu, ardında deliliğin müziğini kemanından döken adamı bırakarak. Zann’ın bilincinde bir yok oluş, sokağı da beraberinde götürdü. Kaybolan mekânların geleneğini Lovecraft sürdürüyor, bu öykü mitosa dahil olmasa da okyanusların altında düş görerek bekleyen varlıkların bulundukları yerler çağrışıyor hemen, yıldızlar doğru konuma geldiğinde, doğru notalar çalındığında ortaya çıkan tekinsizlik bariz. Mitosa dahil edilebilecek çok sayıda öykü var İthaki zamanında derlemişti bunları, bu kitabı okuyana kadar yeni mitos öykülerinden bihaberdim. Ligotti çok ilginç bir çıkış yapmış, ilk kitabı bu, muazzam ölçüde başarılı. Böyle bir kitabın Can’dan çıkması da ilginç, bazı serilerinde klasik metinleri bastılar ama çağdaş korkuya eğilmemişlerdi hiç, bildiğim kadarıyla diyeyim. İşin kurmaca tarafı kurtarmıştır diye düşünüyorum, “weird” kısmını içerikten biçime taşıyan bir anlayış var Ligotti’de, bahsedeceğim.
Öyküler üç bölüme ayrılmış, son bölümdeki öykülerin hemen hepsi mitosa dahil edilebilir ki bir öykü doğrudan Azathoth’la ilgili, başka bir öykünün epigrafında Necronomicon‘dan alıntı yapılmış. Bölümün adı “Ölülere Düşler”, yine doğrudan Yüce Eskiler’e gönderme var. “Düş görerek bekleyenler” görsün diye kozmosla yüzleşen insanlar var öykülerde, “Dr. Locrian’ın Tımarhanesi” nam öyküye bakalım. Kasabanın hemen her yerinden görülebilen eski bir yapı var, zamanında tımarhane olarak kullanılmış, pencerelerinde siluetler belirip kayboluyor. Kasabalılar bu yapıdan kurtulmak istiyorlar, yıkıma başlıyorlar. Bu sırada Dr. Locrian ortaya çıkıyor, anlatıcımızın sahip olduğu kitapçıya girerek hikâyeyi anlatmaya başlıyor. Kendisi garip bir adam, hikâye daha da garip. Dr. Locrian tımarhanenin son doktoru, dedesi de orada doktorluk yapmış, aile mesleği gibi bir şey. Dede garip bir adam, ilginç kitaplardan oluşan koleksiyonundaki gizemli bilgileri canlandırarak hastalarına işkence yapıyor ki aslında deliliğin doğrudan bağlı olduğu kozmik, kadim bilgelik insanlığa ulaşabilsin. Martyrs mantığı. Dede ölüyor, baba oğluna dedesinin odasına girmeyi yasaklıyor, her şeyin farkında gibi gözüküyor adam, oğlunu kurtaramıyor yine de. Dede öğrendiği bilgilerle ölümün ötesindeki alemlere ulaşıyor, ölmüyor aslında. Sonrasını doğrudan alıntılamam lazım: “Bunun doğru olduğunu biliyorum çünkü çocukluk günlerimin sonlarına doğru bir gece uyandım ve kanıtı kendi gözlerimle gördüm. Yatağımdan kalktım ve koridordan büyükbabamın odasına doğru yürüdüm. O kapının önünde durup soğuk kolunu çevirdim ve ay ışığının altında pencerenin önünde oturan büyükbabamı gördüm. Merakım korkuma üstün gelmiş olacak ki bu hayaletle konuştum. ‘Ne yapıyorsun büyükbaba?’ diye sordum. Başını pencereden çevirmeden şöyle karşılık verdi: ‘Gördüğün şeyi yapıyoruz işte.’ Elbette mezarda olması gereken bir yaşlı adam görüyordum; ama şimdi tımarhanenin pencerelerine bakıyordu ve insan olmayan diğerleri de onun bakışlarına karşılık veriyordu.” (s. 263) Dr. Locrian hikâyeyi bitiriyor, binayı yıkmanın çok büyük bir hata olduğunu söyleyip ortadan kayboluyor. Kırk yıl önce oluyor bu, sonrasında binadaki gölgeler kasabanın her evinde belirmeye başlıyor yavaş yavaş, insanlar korkudan delirmek üzereyken kaçıyorlar, kasaba terk ediliyor. En sonda bir detay daha var, Dr. Locrian anlatıcıyla konuşurken dükkânın önünden geçen bir kadın içeriye bakıyor ve korkudan gözleri pörtlüyor, uzaklaşıyor hemen. Son paragrafta anlıyoruz ki kömüre dönmüş bir suratla konuşuyor anlatıcı. Baştaki bir ayrıntının öyküyü tamamlayıcı bir sona ulaştığı pek çok örnek var, Ligotti’nin çok iyi kullandığı bir teknik bu. “Maskelerin Büyük Festivali” atmosferin yine şahane bir şekilde kurulduğu iyi bir öykü, biraz Ramsey Campbell havası var, plansız bir şekilde ortaya çıkan durumların korkuyla dolu bir kaçışa vardığı öykülere benziyor. Bölümün son öyküsü “Vastarien” on numara bir final, gizemli kitap izleği üzerinden yürüyor, konunun işlenişi oldukça yenilikçi. “Soğuk Baskı”da iyi bir örneği olan kapana kıstırılma temalı. Ölçüsüzce övmek istemiyorum ama yapacak bir şey yok, on numara.
İlk ve ikinci bölümdeki öykülerin hemen hepsi tuhaf kurmacaya giriyor, “Alice’in Son Serüveni” gibi öykülerin klasik anlatı çizgisinde ulaşabildiği orijinalliğin yanında “Niktaloplar Üçlemesi” tarzı, anlatıcının anlattıkları ekseninde yavaş yavaş oturan, temponun ve gerilimin ağır ağır yükseldiği öyküler de var, anlatıcı tekinsizliğin de ötesinde, kendisine son derece normalmiş gibi gelen olayları arka arkaya sıralarken iç dünyasını açıyor, kimyasal dönüşüme yol açan edevatlarının işlevlerini bir anda sunmayarak gerilim duygusunu uzattıkça uzatıyor, anlatılanlardan hikâyenin nereye gittiğini anlamaya çalışıyoruz ama gizem finale kadar korunuyor. Tabii aralarda verilen ipuçları neler olup bittiğini bir ölçüde çaktırıyor, örneğin sihirbazlık türü bir gösteri için üst sınıftan insanların düzenlediği partiye katılan anlatıcı, yardımcısıyla birlikte şovunu sergilerken sihirbazlık kutusundan sızacak kanın seyircileri “uyandıracağından” korkuyor, çözülme noktasına kadar kanın varlığını düşünüyoruz, sonra üst katta ortaya çıkan küçük çocuk da bir parça aydınlatıyor mevzuyu. Uykudan uyanmış, pijamalarıyla duruyor çocuk, basamaklara oturmuş. Çocuğun yanına giden anlatıcı, aşağıda herkesin konuşmak istediği yardımcısını gösteriyor, kadının güzel olup olmadığını soruyor. “İğrenç,” diyor çocuk, hipnotize edilmediği için manzaranın farkında. Sonra hipnotize edilerek odasına gönderiliyor, şov devam ediyor aşağıda. Bu öyküler de Clive Barker’ınkileri anımsatıyor biraz, tabii Ligotti’nin kurgu biçimiyle Barker’ın anlatımı arasında büyük fark var. Son olarak “Korku Yazını Üzerine Notlar: Bir Öykü”yü anıp bitireceğim, en tuhaf öykü bu. Doğaüstü korkunun anlatımı üzerine bir ders gibi başlıyor, üç tür anlatımın açıklaması yapılıyor, sonra örnek bir öykü oluşturularak bu üç anlatım tekniğine uygulanıyor. Dersin sonuna doğru öyküdeki karakterlerin gerçekten var olduklarını öğreniyoruz, üstelik gerçek bir korku öyküsünün içindeler. Anlatıcının sesi hiç değişmiyor, keskin dönüşümler kurgudan hiç kopmuyor, didaktik bir metin son derece doğal bir şekilde kurmacaya dönüşüyor. Bu öykü için söylenecek sözüm yok, çoğu okurun hoşuna gitmeyebilir ama tam bir kurgu şaheseri yani, bu kadar diyeyim.
Çok özel bir kitap bu. Paramın çoğunu kitaplara yatırmaya başlamam H. P. Lovecraft sayesinde olmuştu, korkunun ve fantazyanın bende yeri çok ayrı ama sırf bu yüzden tavsiye etmiyorum bu kitabı, anlatımın nasıl, ne ölçüde dönüşebileceğini kusursuz bir şekilde gösterdiği için tavsiye ediyorum.
Cevap yaz