Sürprizi kaçıracağım bu paragrafın ortalarında, dileyen sonraki paragrafa zıplayabilir. Bende OT’tan çıkan Gecenin Dibi var, aslında Misa Çorbasında ama muhtemelen dikkat çekme amacıyla dandik bir isim reva görülmüş kitaba. Edisyon berbat, bakıyorum, editör Hakan Bıçakcı. Paragrafların arasına dağlar taşlar girer, öyle boşluklar, diyalog aralarına yine dağlar taşlar, resmen sayfa israfı. Yazım hataları korkunç, arka kapak yazıları daha korkunç. Hakan Günday’dan yine enfes bir yave: “Yaşama sevincinizin kaynağı olan içinizdeki çocuk, sineklerin kanatlarını koparıp böcekleri yakmayı bıraktı mı? Ryu Murakami’nin sorusu bu.” Değil. Nörolojik bir sorundan ötürü sosyal ilişkileri sakat, ailesinden gördüğü şiddetten ötürü psikolojisi daha da sakat Frank’in yaşadığını hissetmek için ölümlere ihtiyaç duyması söz konusu bilinç seviyesiyle, sağlığıyla ilgisiz, bambaşka bir hikâye var burada. Ne yaşama sevincinden, ne içteki çocuktan bahsedebiliriz, Frank’in içinde herhangi bir zamanda herhangi bir çocuğun var olduğunu sanmıyorum, benlik algısı da çarpık çünkü. Dennett’ın metinlerinde bahsettiği bilişsel yapının çevre faktöründen etkilenişi apaçık görülebiliyor, Frank girdiği ıslahevlerinde hipnozdan kulak kesmeye falan pek çok şeyi öğrenmiş, bunun yanında insanlarla nasıl iletişim kuracağını da -en temel anlamıyla- öğrenmiş. Sezgi Pompaları ve Diğer Düşünme Aletleri‘nde Sheldon Cooper’ı örnek gösteriyor Dennett, Asperger sendromlu Sheldon insanlarla ilişkilerini laboratuvar ortamında deneme-yanılma yoluyla oluşturur adeta, sınar, denklemler kurma yoluyla sürdürür arkadaşlıklarını. En büyük çatırtılara bakınca mantığıyla duygusal ilişkileri arasında kaldığını görürüz, işleri berbat edeceği sırada küçük bir adım atar ve ya uzlaşma yoluna gider ya da duygusallığı biraz daha çözümler, sosyal varlık olma yolunda dev bir adım atar. Bize göre küçücük bir adımdır tabii, normaldir çünkü sosyal bilişsel kurama göre daha bebeklikte öğrenmeye başlarız ilişkilenmeyi, evrim sağ olsun kendiliğinden dönmeye başlar çarklar da anlamaya başlarız şeylerle kuracağımız ilişkileri. Sheldon gibiler içinse kendilerinin kuracağı, işleyeceği zihinsel simülatörler gerekir, neden-sonuç ilişkilerinin en basit hallerinden en karmaşık sosyal çıkarımlara kadar elde edilen tüm veriler bu simülatöre yüklenir de toplumla öyle kurarlar ilişkileri, bütün eksiği gediğiyle. Frank’in -öldürme kısmı hariç- son derece başarılı bir simülasyon sistemine sahip olduğunu söyleyebiliriz, hele lobotomiden sonra. Mimiklerini kontrol edemediği çoktur, dehşete düşürücü öfkeli yüz ifadesini saklamayı beceremez bazen de esas oğlan Kenci’yi ve esas oğlanın sevgilisi Cun’u öldürmemesi, dünyadaki tek dostunun Japon rehber Kenci olduğunu söylemesi, eh, bu bağlamda başarı kazandığını gösteriyor. Karakterin durumu bu, Hakan Bıçakcı kesilen ses tellerine, yırtılan damarlara, parçalanan iç organlara falan odaklanmış arka kapak yazısında, turistik tura her şeyin dahil olduğunu söylüyor. Bahse değmez, o kadar kötü bir anlatım. Erkin’in rahatsızlık duyduğunu düşünmek istiyorum bu yazıları okuduktan sonra, yani arkada hayvan gibi bir tüketim toplumu eleştirisi var, Amerikan zırvalarının ele geçirdiği koca bir ülke, zenginliğin dağıtılmamasından doğan sömürünün tillahı var falan, gidip de kandan bağırsaktan dem vuruyorsan tın teneke. Kabaca denebilir, elin Amerikalısı gelip Japonların ciğerini deşmekte, huzursuzluğundan kurtulmak için Japonya’nın “katledilebilir” insanına bel bağlamaktadır, üstelik eğlence mekânlarında su gibi harcadığı parayı öldürdüğü evsizlerin biriktirdiği paralardan sağlamaktadır, hani en odunlamasına bakışta bile bunu görmek mümkünken gerisi tıraş.
Frank turist rehberliği yapıyor, izinlerini almamış, dolayısıyla kendisini ateşe atmadan hiçbir kanun dışı eylemi bildiremez. Yirmi yaşında, paraya ihtiyacı var, şirket kimi bulursa ona rehberlik etmek zorunda, müşterisini seçme şansı yok. Bu yüzden Frank’ten kopamıyor başta, adam iyi de para verdiği için küçük sorunları göz ardı ediyor. Gerilim yavaş yavaş tırmanıyor, Murakami’nin anlatım yeteneği dört dörtlük, başta Frank’in ne mene bir adam olduğunu anlamak zor. Ed Harris’e benzeyen biri olduğunu söylüyor, Kenci ilk buluşmada bakıyor ki alakası yok, buradan işkillenmeye başlıyoruz da mevzunun nerelere geleceğini kestiremiyoruz tabii. Yüzü bedenine sonradan geçirilmiş gibi duruyor, bileğindeki yaralar dikkat çekici, tuhaf bir adam Frank. Bol sado-mazolu, seksli yerlere gitmek istiyor, Kabukiço’ya mesela. Alice in Borderland‘de bu zevk ü sefa mahallesini terk edilmiş haliyle görebiliyoruz biraz, dip dibe sıralanmış dükkânlarda yemek arkadaşı kiralamaktan fahişelerle takılmaya dek sosyallik pazarı, yeterince para her şeyi yaptırabiliyor. Peru’dan gelen fahişe, Tayvanlı kadınlar, memleketlerindeki ailelerine para gönderebilmek için gelmişler. Frank’in onlara karşı öfke duymadığını görüyoruz, kadınlar doğrudan ticarete dökmedikçe ilişkilerini, örneğin Perulu bir tür çiğnemelik demir veriyor da kalsiyumun sağlığa etkisinden ötürü memnun oluyor Frank, arıza çıkmıyor. Buralara gelene dek gariplikler sergisini dolanıyoruz, hikâyeyi kabaca ikiye ayırabiliriz: ilk günün tekinsizliği ve ikinci günün dehşeti. Frank’in robot olma ihtimalini düşündüm başta, yüz ifadelerindeki ürkünçlükten beyzbol sahasındaki motor kas hareketlerinin cortlamasına şöyle bir baktım, onca cortlamanın sebebi devrelerin yanması olabilir diye düşündüm de başkaymış mesele. Gerçi beynin işleyişini düşününce devre yanması çok da uzak atış değil. Önce yalanlar çıkıyor ortaya, Frank’in kendisiyle ilgili söylediklerini Amerikalılardan daha Amerikalı olan Japonlar eşelemeye başladıklarında adamın kimliğinden şüphe duymaya başlıyor, sonra fiziksel arızalar. Çocukluğunda babasıyla sık sık beyzbol oynadığını söylüyor Frank, sonra beyzbol alanına gidip oynamaya başlıyorlar. Hipnozla ilk orada karşılaşıyoruz, Kenci hiç aklında olmamasına rağmen adamla iddiaya girip belli bir noktayı vurmaya çalışıyor topla ama başarılı olamayınca günlük ücretini kaptırıyor. Yine iddiaya giriyorlar, Frank eline alıyor sopayı, top yanından fişuv diye geçtikten iki saniye sonra tepki veriyor. Sopayı ters tutuyor, duruşu yanlış, üstelik kasılıp kalıyor öyle.
İkinci gün kopuyor kayış, civarda işlenen cinayetlerden zaten aymaya başlayan Kenci daha dikkatli artık, Frank’e şöyle bir bakıp dehşete kapılan kadınları da görünce yakayı kurtarmaya çalışıyor ama çılgınlığı tetikleniyor Frank’in, katliam başlıyor. King’in tasvirlerini aratmayan bir anlatım, yine Murakami’nin maharetidir ki hipnozun etkisi altındaki Kenci görüp anlatıyor olanları, hiçbir şey hissetmediği için tam olarak neyin gerçekleştiğini bütün detaylarıyla aktarıyor. Gözden çıkan plop sesi, beyaz akıntı, çakmakla yakılan burnun erirken dönüştüğü renk, işkence edilen insanların tepkileri muazzam anlatılmış. Şu sahnenin başarısına eş. İlerleyen bölümlerde Japon geleneklerine göre çalan çanları dinlemek istiyor Frank, inanışa göre bütün kötülükleri uzaklaştıran çanlar belki kendisini de sağaltacak. Virüs olarak görüyor kendisini, normal olduğunu söylüyor, kerterizi çarpık benliğinden bildiği için başka bir şey söyleyemez ama yine de kötülüğü uzaklaştırmak istiyor, uyum sağlama çabası. Hikâye burada bitiyor, Kenci’nin Japon toplumuyla ilgili değerlendirmeleri bitmiyor, bir de Frank’in eleştirilerini düşününce. Times Meydanı’nın aynını Tokyo’da yapmışlar, belki de Frank’in öldürme dürtüsünü tetiklemiştir zira yeni bir başlangıca, huzura ermeye filan geldiğinde bir de bakıyor, Amerika’nın aynısı, hatta kopyası olduğu için çok daha kötüsü. Kenci’de izi yok bunun, fahişelerin bazılarında, kodamanlarda var, genç kadınların seks işçisi olarak çalışmalarını eleştiren yazıların ardından genç kadınların nerelerde bulunabileceğine dair reklamların yer aldığı dergilerin sahiplerinde var, dolayısıyla rastgelelik söz konusu değil. Evsizlere ne demeli, Sosyal Darwinizm’le kol kola giden kapitalizm düşmanlığının ilginç bir bileşimi, Frank gibi çelişkilerle dolu biri için normal.
İyi roman, denk gelen kaçırmasın.
Cevap yaz