Marion Milner – Kendine Ait Bir Hayat

Yedi yıllık bir hayat incelemesinin kaydı gündelik hayatta mutlu hissedilen anları yakalamak ve mutluluğun hangi koşullarda ortaya çıktığına dair bir kural bulmak için, Milner metninde günlüklere döktüğü yaşamını sürekli analiz ederek, inceleyerek düşündüğü kişiden çok daha fazlası olduğunu keşfeder. Düşündüğünden daha aptal olma ihtimalini kabul etmeyenler için değil bu, ola ki aptal değiliz, sandığımız kadar akıllı olmadığımızı anlamak da mümkün. Nasıl, bir şeyi, olayı diyelim, zihinsel olarak idrak etmekle yaşamak arasındaki farkın varlığını kabul etmek bile az iş değildir. Milner psikoloji üzerine yazılmış bilimsel kitapları okudukça deneyimin hayati olgularının nasıl dışarıda bırakıldığını gördüğünü söylüyor, bilmekle yaşamak arasındaki uçurumu ancak deneyim yoluyla kapayabiliriz. Kapayamayız belki. Askerlik deneyimimden biliyorum, gitmeden önce “kafada bitirmiştim” askerliği, nasıl davranacağım, nasıl uyumlanacağım belliydi. Bir dünya hikâye dinlemiştim, gideceğim bölükten terhis olmuş birinin telefonunu bulmuştum hatta, bir saat boyunca anlatmıştı ortamı. Daha asker alışverişine çıkınca işlerin öyle olmayacağını anlamıştım aslında ama kuyruğu da titretmek istemiyordum, moralimi bozmadan bindim otobüse. Uzatmayayım, yaşanacak şeye dair elde yeterli veri yok bir kere, öngörü yetersiz. Şeyin boyutlarını bilmek de tam olarak mümkün değil, genişleyebildiği yere kadar genişliyor, akla gelmeyecek milyon tane ayrıntı var, insan faktörü var, neler. En önemlisi de bulunmanın hissi bambaşka bir şey, mekânın zamansallığı, doğası kendine özgü olduğu için kestirilemez, anca içindeyken anlaşılabilir hatta genişlediği alanlara kadar genişlerken. Milner’da durum şu: “Descartes’ı hatırlayarak, bana öğretilen her şeyden şüphe ederek işe başladım ama bilgilerimi bir mantık ve argüman yapısı oluşturacak şekilde tekrar inşa etmeye çalışmadım. Aklımdan değil hislerimden öğrenmeye çalıştım. Ama algımı incelemeye, deneyimlerimi gözden geçirmeye başladığım andan itibaren, farklı algılama şekilleri olduğunu ve bu farklı şekillerin beni farklı hakikatlere ulaştırdığını keşfettim. Hayatı kafamdaki farkındalık merkeziyle, at gözlüklerinden görmek anlamına gelen bir dar odak vardı, bir de bütün bedenimle bilmek anlamına gelen, gördüğüm şeyleri algılayışımı hayli değiştiren geniş bir odak vardı. Dar odağın aklın yolu olduğunu keşfettim. İnsanın hayat üzerine fikir yürütmek gibi bir alışkanlığı varsa, hislere de aynı yoğunlaşmış ilgiyle yaklaşmaması, hislerin genişliğini, derinliğini ve yüksekliğini gözden kaçırmaması çok zor. Ama beni mutlu eden tam da o geniş odaktı.” (s. 15) Upuzun alıntıladım ama metnin ve yazarın niyeti burada görülebilir, düşüncenin körlüğe kapıldığı anlarda çocuksu, mantıksız bir hale kapılmak mutluluğun parıltılarını ortaya çıkarıyor, diğer yanda bir amaç, mantık, katı düşünce somut dünyada devinimi olanaklı kılıyor, dengeyi kurmak için yaşantılara yaslanıyor Milner. Cinsiyete de eriyor mesele, erkeklerin dünyasında odağın dar olması makbulken dişil duruş nesnel akıl yürütmenin hem bir parçası hem karşıtı olarak sezgiselliği öne çıkarıyor, çiftcinsiyetlilik hem mistisizmi, mitolojiyi hem de bilimleri, felsefeyi yaratan güç. Birbirini tamamlayan iki kutuptan eril zekânın baskın olmasından ötürü kendi dişiliğini dahi fizyolojiden ayıramadığını söylüyor yazar, uzunca bir süre boyunca mantık simgelerinin hakikat olduğunu benimsemiş, diğer kutbu keşfettiğinde ne kadar şaşırdığını anlatıyor giriş bölümünde. Hayatının gerçeklikten ne kadar kopuk olduğunun farkındaymış, öfke krizlerine kapılıyormuş sık sık, bir şeylerin yolunda olmadığını görüyormuş ama çözümleyemiyormuş sorunu, katıldığı bir konferansta aldığı, “yaşamış olduğunu hissetmek”ten bahsettiği notlarını okuyunca ilk ışık yanmış. Kendini bırakmak, kaybetmek, dünyadan payına düşenden çok daha fazlasını istemek, bütün bunlar çıkış yollarını aramaya yöneltmiş. Yoksulluğu gerçekten yaşadığı bir hayatta belki de özü yakalayacağını düşünmüş ama “teslim olma”nın yansılarında yer almıyormuş bu, hem sağduyusuyla korkaklığı engelliyormuş aşırılığa kaçmasını. Konfor bozulmayacak, yine de bir şeyler bozulacak: “Dümensiz, pusulasız sürüklendiğimi, âdetlerin, geleneklerin, modanın etkisiyle oradan oraya savrulduğumu, arkadaşlarımın, ailemin, hemşerilerimin, atalarımın sorgulamadan kabul ettiğim ilkeleri tarafından yönlendirildiğimi fark ettim.” (s. 23) Son bilimsel bildirileri takip etmek, daha çok okumak, buradan da çıkmıyor cevap, akıldan başka bir yere kırmalı dümeni, belki hayattaki olguların içebakış bataklığına saplanmayacağı derecede yaslanmak öznelliğe, bu. Günlükten parçalarda bir sevgili istediğini söylüyor Milner, uçarı duyguları arıyor, müziğin getirdiği salınımı da, bir açıdan kontrol dışının sevincini. “Bitkilerin kökleri gibi gizli ve bilginin boşluklarında meydana gelen şey” nerelerde bulunabilir, aralara yerleşmiş çok deneyim var, mesela bir çiçeğin yağmurdan sonra parıldaması. Bulutların öbek öbek koşması. Hayatla ne yapılabileceği değil de hayata nasıl bakılabileceği. Proust’u hatırlıyorum, kim diyordu Proust için, yürürken bir çiçeğe yanaşırmış da uzun süre izlermiş, koklarmış güzelliği, yetişeceği yere geç kalması önemli değil. Çok tanıdık ve çok mahrem, Milner da sevdiği şeyleri sıralarken suyun şıpırtısından, ayak altında çamurun gıcırtısından, kış yağmurlarıyla semirmiş otlardan bahsediyor. Doğayla yüz yüze gelmenin hazzı bir yana, “B.” dediği kişiyi kıskanması, onunla zaman geçirme hayalinin sevinci bir başka doyum, yaşadığını hissettiriyor yazara. “Bu yeni farkındalığı gözlemlemeyi beceremesem de ondan öğrenecek çok müthiş şeyler olduğuna inanıyordum ve bir şekilde, berrak kafayla yaşadığım mutluluk anlarını inceleye inceleye, sonunda tutkulu anları da derinlemesine anlayabileceğim sonucuna varmıştım.” (s. 44) Bahçe gezintileri sırasında ortaya çıkıyor bu anlar, göletteki kuğuyu izlerken “muazzam gerçeklik” dediği şeyi duyumsuyor Milner, kuğuların ve kamışlıkların “öylelikleri”nde bir nevi var oluş hakikatini keşfediyor, kendi akışının iradesiyle bütünleştiğinde sezdiği olma haline biraz daha yaklaşıyor. Bir caz partisinden, dinî toplantıdan ya da şehirde çalışan bir işçinin mücadelesinden nasıl varılabilir buraya, çizgisel değil de spiral bir hareket sarkacın hareketi gibi hem somut gerçekliğe hem soyut oluşa dokunarak birbirine tutturuyor iki dünyayı, süreci yönlendirmeye çalışmamak bir diğer öğreti. Zor, farklı tekniklerle yetkinlik kazanılabilir, sık sık karşılaştığımız üzere çağrışımlara, yazma eyleminin hızıyla düşüncelerini ehlileştirme çalışmalarına başlıyor yazar, korktuğu ve sevdiği şeyleri sıralarken gündelik yaşamının parçalarını ayrıştırarak hangi kısımlarda hangi bilişsel işlemlerin devreye girdiğini anlamaya çalışıyor.  “Otomatik benlik” devre dışı kaldığında oldukça rahat, mesele bu benliğin ardındaki derinliğe ulaşmak. Ruh halinin doğrudan etkisiyle karanlıklarda kalabiliyor, müziğin aydınlatıcı etkisine dair birkaç anlatı parçası var, fiziksel uğraşların zihni rölantiye aldığına dair görüşler var, günlük endişelerin sesini kısmak işe yarıyor, o zamanlar “içteki ağacın tepesine tünemiş kuş ötüyor”. Hiçbir şey yapmamanın saadeti açığa çıkıyor bazen, düşünmek veya hareket etmek dışında sadece durmak. “Tabii insanın düşünmesi gerektiğine dair bu fikrin farkına vardığım anda ne kadar salakça olduğunu anladım ve bir şeyler yapmaya çalışmayı bıraktım, kendimi ‘koyverdim’. O anda güneşin vurduğu iplerin beyazlığı deniz fonu önünde gözümü aldı ve öylece oturup etrafa bakınmaktan büyük memnuniyet duymaya başladım.” (s. 70) Sahilde yaşıyorum ben bunu, hava çok soğuk değilse gidiyorum, kayalara oturup denize bakıyorum öyle. Işıklar dağılıyor, hareket hiç bitmiyor, gözüm bazen dalıp gidiyor, bazen dalgaların doğduğu yer canlanıyor zihnimde, denize dönüşüyorum diye bir klişe patlatıp noktayı koyayım. Milner’ın son bölümde söylediklerinden -en azından başlarda- tam olarak anlaşılmadığını ekleyeyim, kitap basıldıktan sonra olumlu eleştiriler almış ama bunlar hep mistisizmden veya esriklik halinden dem vurmuş, yazarın yaşam pratiğini savunduğu kısımlar tamamlıyor metni. Bu çok belli belirsiz bir yakalayıştır, Milner’ın anlattığı tür, bir şeyler döndüğüne dair fikrimiz vardır ama tam olarak ne olduğunu anlamayız, katılık yumuşar bir an, denizin hikâyelerini dinlemeye başlarız, bu kitapta bilişin, yaşayışın o boyutuna dair istencin nasıl yakalanabileceği var. Okuyan istifade eder.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!