Bizimkiler‘de Tak Tak Sedat’ın eşi rolündeydi Özyağcılar. Sıkı oyuncudur, tiyatro sevdası çocukken Anadolu’nun ücra köşelerinde geçirdiği uzun gecelere eşlik eden romanlardan, sonrasında temsillerden, filmlerden doğmuştur sanıyorum. Gizli gizli girdiği sınavın sonucu gelince babası şaşırmış, kültürlensin diye tiyatro okumasına razı geldiği kızının iki yüz küsur kişide on küsuruncu olmasına sevinmiş, hemen her adımında desteklemiştir kızını. Yıldız Kenter’in özel tiyatrosunda oynamasına karşı çıkmıştır bir, ortamdan ve geç vakit biten oyunlardan olsa gerek. Biraz daha büyümeye ihtiyacı vardır Özyağcılar’ın, babasına karşı çıkamadığı sıra okul arkadaşı Deniz Türkali’nin yol göstermesiyle İngiltere’ye gidip tiyatro bilgisini, oyunculuğunu geliştirir. Memlekete döndüğünde babasının herhangi bir itirazına mahal vermeyecek kadar olgundur, rüştünü ispatlamıştır artık, aklı başında bir yetişkin olarak ikna eder ailesini. Yıldız Kenter’in vasıtasıyla Haldun Dormen’li kadroya katılır, Erdal Özyağcılar’la çoktan tanışmıştır zaten, profesyonel oyunculuğa birlikte adım atarlar 1970’lerin başında. Gerisi bir dünya sanat, öncesi daha ilginç. Özyağcılar küçük öyküler yazıp ailesine okutuyormuş zaten, Erdal Özyağcılar bir kitap çıkarması için yıllardan beri ısrar edermiş ama tiyatrocular işlerinden başka bir şey yapma konusunda çok çekinirlermiş Güzin Özyağcılar’a göre, bu yüzden hiçbir girişimde bulunmamış. Kızı bastırmış bir yandan, eşi diğer yandan, en sonunda yazıp yayımlamaya karar vermiş. Tüm yazıları, fotoğrafları mühimmat sandığından çıkarıp yazmaya koyulmuş. “‘Mühimmat sandığı ne?’ diyeceksiniz. Her subay ailesinin evinde vardır bu sandıktan. İçine önemli şeyler konurdu. Mesela ben doğduğum zaman benim yatağım olmuş. Tayinimiz çıktığında annem kırılacak eşyalarımızı gazete kâğıtlarına sarar buna yerleştirirdi. Şimdi ise bir ailenin anıları, resimleri, mutlulukları ve gözyaşları saklı bu sandıkta. Ben kapağını açtım ve daldım içine.” (s. 6) Onurlu, şerefli bir subay onca fırsata rağmen rüşvet yemez, çocuklarına onurlu olmayı öğretir, defalarca sürülmesine rağmen işini gururla yapar, Seyfettin Koçalp’in hikâyesinin özeti. Balkan Harbi sırasında evinden üç beş parça eşya alıp zor kaçabilen babaanne üç çocuğuyla birlikte ata toprağına gelir, eşi Çanakkale’de savaşırken umutsuzlukla bekler. Neyse ki korktuğu başına gelmez, eşi cepheden dönüp İstanbul’daki vazifesine başlar. Kavuştular ama saadet uzun sürmeyecek, önce dede, sonra babaanne ölür, onlu yaşlarındaki iki kız kardeş ve beş yaşındaki oğlan kalır geride. Kızları hemen evlendirirler, oğlan ilkokulu bitirdikten sonra eniştelerinin yardımıyla Kuleli Askerî Lisesi’ne yazdırılır, babası da subay olduğu için hemen kabul edilir okula. Yine soğuktur, sevgiden yana şanslı değildir adam, belki bu yüzden ailesine acayip bağlanacaktır ileride. “Zaman buldukça büyük bir hevesle yazar. Bu bazen roman olur, bazen şiir veya hatıra. O dönemde eski yazı yasaklanmıştır ama babama daha kolay geldiği için Arapça harflerle yazmayı sürdürür. Arkadaşları da akşamları toplanıp keyifle okurlar yazdıklarını. Ne var ki bir gün okula baskın yapılır, eski yazıyla yazılmış ne varsa toplanır ve yakılır. O can sıkıcı olaydan sonra hevesi kırılan babam yazmaktan vazgeçer, uzaklaşır.” (s. 17) Romantik bir adamdır baba, müstakbel eşine aşk şiirleri yazar, ailesinin geçmişini kaleme alır, öyle veya böyle yazmayı sürdürür ama işi ileri götürmez, yazdıklarıyla yetinir. Anne güzeller güzeli bir kadın, Rus-Kafkas savaşları sırasında göçe zorlanan Çerkes ailelerinden birinin kızı. Kafilelerden biri Karadeniz’e, oradan Düzce’ye gider, Osmanlı gelenlere toprak verir, yerleşmelerini sağlar. Düzceliler başta gavur beller yeni gelenleri, kadın erkek birlikte eğlenen, coşkuyla yaşayan bu insanları benimsemezler ama zaman geçtikçe ısınırlar, Çerkeslerin şenliği onlara da geçer. Anne bu ortamda doğar, serpildikçe mahallelinin ilgisini üzerine çekecek kadar güzelleşir. Kız kardeşleriyle birlikte subayları paylaşırlar aralarında, en yakışıklıları hayaller kurdurur bir güzel. Bolu’da maç izledikleri bir zaman, yan taraftaki subaylardan biri, Seyfi dikkat kesiliyor, beğendiği kızın adını sanını öğreniyor, en son istemeye gidiyor kızı bir başına. Yakışıklı bir adam, istikbali parlak, genç kızı veriyorlar. Halaya göre iyi bir evlilik değil bu, Çerkes kızları sadece hizmetçi olmak için yetiştirilirler, Seyfi bunları duyunca tavır koyuyor ve araları pek düzelmiyor bir daha. Öyle bir aşkla seviyor eşini Seyfi, birlikte vakit geçirmekten büyük keyif alıyor. “Sevgiyi ve hayatı paylaşmanın keyfini yaşamaya başlarlar. Ortak birçok zevkleri vardır. En sevdikleri şey de hafta sonları atla gezmektir. Hatta bir keresine onları at sırtında keyifle dolaşırken İsmet İnönü görür, ‘Aferin genç subay,’ diyerek kutlar.” (s. 30) İlk hamilelik düşükle sonuçlanır, ikincisinde Tülay doğar, üç kız kardeşten en büyüğü. Nazilli’ye tayin, Tüzin doğuyor bu kez. Gecenin bir köründe Tülay’ın eline kâğıttan bir fener tutuşturmuşlar, ebeyi çağırması için yollamışlar. Ebe zaten hazırmış, birlikte yola düşmüşler, bir süre sonra Tülay’ın kucağına kıpkırmızı, küçük bir şey vermişler. Özyağcılar merak ediyor, babası yine kız olduğunu duyunca çocuğunun, üzülmüş müdür acaba? Hiçbir zaman belli etmemiş üzülmüşse de, dünyanın en iyi babalarından biri olmuş.
Hozat’la birlikte asıl zorluklar başlıyor aile için, öncelikle Güzin doğuyor. Anne hiç istememiş doğmasını, bu yüzden hep kendini suçlamış çünkü dünya tatlısı bir çocukmuş Güzin. İki aylıkken hastalanmış, askerlerin açtığı yolda vilayete erişmeye çalışırlarken annenin kolları soğuktan buz kesmiş, bebek düşüvermiş karların arasına. Feryat figan, arayıp tarayıp bulmuşlar çocuğu o beyaz cehennemin içine. Ne lanet bir şey olduğunu çok iyi bilirim, on beş yıl önce gecenin üçü Traffic’ten çıkmışız, dart takımlarımız cebimizde, kafamız güzel, Bostancı’dan Küçükyalı’ya yürümeye çalışıyoruz ki on dakika falan çeker ama yürüyemiyoruz çünkü deli gibi kar yağıyor, deli gibi, öylesini hiç görmemiştim. Neyse, şlop diye bir ses geldi arada, umursamadan yürümeye devam ettim ama elimi cebime atınca bir koşu geri döndüm, arkadaşlar da peşimden geldiler. Telefonu düşürmüşüm, aranacak ama nereye bakacağım, lapa lapa yağan kar çukur mukur bırakmamış, her yer birbirinin aynı. Telefonumu öyle kaybettim işte, tekmeler savurdum, elimle küredim ama kar hiçbir şey vermedi bana. Şimdi bebekle bir tutmamalı karı tabii, edepsizlik ama öylesi bir yağışta, Tunceli’nin Hozan’ında çocuktan çok daha büyük şeyler kaybolabilir karın içinde. Buluyorlar neyse ki, Özyağcılar hastaneye yetiştirildiği için canı kurtuluyor. Öyleydi böyleydi derken Seyfi çok kritik bir hata yapıyor, aslında hata değil de yerine gelen subayın hırtlığı diyebiliriz. Tayinler çıkmış, depo teslimi için yerine gelecek subayı beklemesi lazım Seyfi’nin de hemen yola çıksalar daha iyi, bu yüzden sayım yapılmadan ilgili kâğıtları imzalıyor, yallah. Diğer subay alavereci ama, depodan çektiklerini sorumlu olduğu kayıp silahların yerine mi koyuyor, bir şey yapıyor da Seyfi’nin bir buçuk yıl vazifeden uzaklaştırılmasına sebep oluyor. O sıra Düzce’ye gidiyor aile, Seyfi yargılanıyor, dertli bir dönem. İşler yoluna girince Anadolu’yu dolanıyorlar resmen Samandağ’dan Mardin’e, bilmem nereden bilmem nereye. O zamanlar da durum vahim, kaçakçılar bir çuval altın getiriyorlar Seyfi’ye, başkasına vereceklerine devriyeyi Seyfi çeksin de o alsın altınları. İstemiyor Seyfi, adamları kovuyor. Başka biri, DP’li bir uyanık, işini görmeyen subayı sürdürüyor hemen, başka yerde kaçakçılar ıstırap oluyor, kısacası Seyfi eşinin de sürekli sızlanmasından ötürü herhalde, genç yaşta ölüyor. Ne kayıp ama, kızlar için büyük yıkım.
Bir subayın yokluklar içinde görevini yerine getirmeye çalışması, kıt kanaat geçimin insanları yaratıcılığa yöneltmesi, başka bir sürü şey. Okunmalı.
Cevap yaz